“Vakitsiz olandan daha zamanlı bir şey yoktur.”

S. H. Nasr


Italo Calvino, Klasikleri Neden Okumalı isimli kitabında büyük bir eserin olgunluk çağında okunmasını gençlikte okunmasından çok daha zevkli bulur. Gençliğin, her deneyime olduğu gibi, okumaya da özel bir lezzet ve ağırlık yüklediğinden olgunluk çağının ise birçok teferruat ve düzeyi ayrım edebilmeyi sağladığından laf eder. Klasikler, haklarında genel olarak “okuyorum” sözünü değil “tekrar okuyorum” sözünü işittiğimiz kitaplardır. Duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten okuduğumuzda öyle yeni, umulmadık, özgün bulduğumuz kitaplardır, Calvino’ya tarafından. Klasikler, ele aldıkları konuyla ilgili ana soruları soran, ait olduğu alanın standardını belirleyen eserlerdir. Us tarihindeki bütün kırılmalar yeni soruların sorulmasıyla vücuda geldiğine tarafından klasikleri okumak, dürüst soruları tekrar sormaya da vesile olacaktır. Heidegger de her büyük felsefe klasiğinin yeni nesiller için bitmiş inşa edilmesi gerektiğine uyarı çekmiştir. Edebiyatçılar, okumaya layık her kitabın bilimsel bir kitapla aynı biçimde okunmasını önerirler. İyi bir kurgu, aşk ya da şiir kitabını bilimsel olmadığını düşünmemeli. Hepsi de büyük hayat biliminin ilkelerine, insan doğasının data birikimine kadar yazılmışlardır. 


“Tüm büyük romanlar zaten bildiğiniz, ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğimiz gerçekleri göstermek için yazılır.”

Orhan Pamuk


Calvino’nun önsözünden: “Öncelikle Stendhal'i severim, çünkü sadece onda kişisel ahlâkî gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir tüm oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin'i severim, çünkü duruluk, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway'i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, keder demektir. Stevenson'u severim, çünkü sözde uçar. Çehov'u severim, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad'ı severim, çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy'u severim, çünkü kimi zaman "hah, derhal anlıyorum nasıl yaptığını" duygusuna kapılırım, ama bir şey anladığım yoktur. Manzoni'yi severim, çünkü düne kadar nefret edilen şey ediyordum. Flaubert'i severim, çünkü ondan sonradan bundan böyle onun gibi yapmayı düşünemez insan. Jane Austen'ı severim, çünkü katiyen okumam, lakin var olmasından memnunum. Gogol'u severim, çünkü dobra dobra, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski'yi severim, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac'ı severim, çünkü kahindir. Kafka'yı severim, çünkü gerçekçidir. Maupassant'ı severim, çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim, çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim, çünkü halinden hoşnut değildir. Radiguet’yi severim, çünkü gençlik geri gelmez yeniden. Svevo’yu severim, çünkü yaşlanmak da gerekir...”


İki kapak arasında buluşan kasıt ve varlık, 17. yüzyıldan itibaren Batı’daki siyâsî, sosyolojik ve felsefî değişimlerle kendine yeni bir ifâde biçimi bulur: Roman. Modernizmin ürünü olan roman, insanın bireyselleşme sürecine eşlik eder. Stefan Zweig, romanın ortaya çıktığı bu dönemi, Balzac, Dickens ve Dostoyevski’nin biyografilerini içeren Üç Büyük Usta’sında Balzac’ın toplumu, Dickens’ın aileyi ve Dostoyevski’nin bireyi işleyişi üzerinden anlatır. Amacı usta yazarların hayatlarından bahsetmek yok insan psikolojisinin gerçekliğini sunmaktır. O Balzac’ın acısından, Dickens’daki korkudan ve Dostoyevski’deki tutkudan bahseder. Bu yönüyle roman, kurgu oluşunun gerçekliğinden eksiltmediğini, donmuş bir şey olmadığını aksine dinamikliğini ve zamansızlığını ifşâ eder. 


Romanın bilgeliği felsefeninkinden farklıdır.

Milan Kundera

Milan Kundera’ya göre roman, bir yazarın büyük varoluş temalarını denek kişiler yoluyla incelediği bir nesir biçimi. İnsana dâir her ne varsa bu türde kendine yer bulur. Bazen tek bir tümce zihni dağıtır, kalbi delip geçer. Fikirlerden değerli ipuçları bırakarak. Romanı modern dünyanın getirdiği kıymetli bir ürün kılan bu olmalı. Kendini arama, bilme ve bulgu yolculuğunda ara sıra bir eksikliği tamamlarken kimi zaman fazlalıkları budar. Karşılıklı yaralardan, heyecan ve zaaflardan insanı yakalayan roman, samimiyetiyle bizi kendine çeker ve kalpten birlikteliği gerçekleştirerek insanlığı bütünler.  Okuma Üstüne kitabında “İyi bir roman, en büyük filozofun bile arzulayacağı değin iyi bir okuma metnidir” diyor Hearn.

Kendinden önce imâ ile geçileni gün yüzüne çıkaran roman, bir yönüyle de insanın itirafı olarak görüldüğünden bu dönemde Doğu’nun romanı olmadığı söylenir. Zaaflarımızı uygulamak konusunda tutucu oluşumuz, geleneğimizde itirafın olmayışı, romanın bizde gecikmesinin sebeplerinden sayılır. Klasiklerimizde manâyı gizleyerek ifâde etmeyi seçmişiz. Şiir, kendimizi ve hakikati ifâde biçimimiz. Klasik edebiyatımız baştan sona mazmunlarla örülü. Tanzimat sonrasında, yeni metinler ve yeni dünyalarla, çeviri romanlar, modern şiir, piyes, deneme, öykü türleri edebiyatımıza dahil olmuş. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Üzerine Makaleler’de Türk romanına dair fikirlerini “ hiç kuşkusuz, bir Türk romanı vardır ve ayrıca de kendi cemiyetimiz içinde kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder; hatta bu okuyucu kalabalığıyla bu romanın yazıcıları arasında müşterek bir etki bile vardır. bununla beraber, batı dillerinden birini bilen, yabancı ülkelerde bu sanatın verdiği iyi örnekleri okuyan ve yaşam üstünde öyle ya da böyle akıl sahibi olan okur yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı bir romanı az önce yoktur” sözleriyle açıklar.

Üç çeşit okur tipi vardır: Birinciler, yargılamadan okuyanlar; üçüncüler eserin tadına varmadan yargılayanlar ve arada, tadına vara vara yargılayan ve yargılayarak tad bölge ikinciler.

Goethe

Lafcadio Hearn’e kadar insanın kendini eğitmesine karşın hiçbir şey, okumak için yerinde bir kitap seçimi değin elzem değildir ve hiçbir şey evrensel olarak bu dek ihmâl edilemez. Ancak emin bir çıkar gütmeyen okumalarda, “senin” kitabın hâline gelecek olan kitapla karşılaşabilirsin, diyor Calvino. Ve bunu yapabilenleri, hayattaki her olayla romanın sahneleri arasında bağlantı kurabilenleri, tanıdıkları insanlardan laf edercesine kahramanları ve sahneleri birbirine anımsatanları kasteder. Roman çağrıda bulunmak elbette insan çağrıda bulunmak, kişilik çağrıda bulunmak. Büyük kitapların yazarlarından fazla kahramanlarının anılmasına şaşmamalı. Şahsiyet iki şekilde etkiler bizi. Öncelikle hayatımıza kattıklarıyla şüphesiz. O, hayatla bizim için çarpışandır. Korktuğumuz hatâları yapabilen, yaşayamadığımız aşkları yaşayandır. Gidemediğimiz yerlere gider, söyleyemediklerimizi söyler. Ben bu durumu okurun sâbit karakterin hareket hâlinde olması olarak görüyorum. Ona eşlik ettiğimiz, tecrübelerini yaşadığımız, ona katıldığımız, ondan güç aldığımız ilişki biçimi. Öteki şart ise karakterin sâbitliğiyle bizi harekete geçirmesidir ki benim bir okur olarak ‘romanın gücü’ denen şeyden anladığımdır. Doğal olarak bu, bir herzamanki, klasik olarak işlev gördüğünde, yani onu okuyanla bireysel bir ilişki kurduğunda olur. Calvino’ya kadar ‘senin’ klasiğin, dikkatsiz kalamayacağın ve onunla benzer olarak, hatta onunla karşıtlık içinde kendini tanımlamanı karşılayan yapıttır.

“Rusya üç devir geçirdi fakat yine de Oblomovlar kaldı.”

Lenin

Karakterin gücüne harikulade bir örnek: Oblomov. Bir durdurma karamanı. Harekete geçememenin adı. Yegâne eylemi eylemsizlik. En yakın arkadaşı Stolz. Bir Alman. Disiplinli, kararlı, akıllı ve kendinden belli bir adam. Modern çağın insanı. Oblomov ise hantal bedeni ve hâlinin farkında olan bilinci aralarında ikiye ayrılmış bir yan çizen kimse. Değişime direnciyle dönüştüren, güçsüzlüğüyle zorlama veren biri. Ayağa kalkmak ve hayatta kalmakla ilgili tüm denklemleri yıkan biri. O Kadar fakat onu tanıdıkça odasından çekip dışında tutmak ister insan. Yataktan koltuğa geçmesi elli sayfa alsa da ona kızıp, söverken bir çırpıda okutur altı yüz sayfayı. Hiç sıkılmadan. Böylece içimizdeki Oblomovla yüzleşiriz. Ve bundan böyle bu hâlin bir adı vardır bizim için. Oblomuvluk, şakalarımıza ve günlük hayatımıza girmiş bir sıfattır artık. Bana göre klasikleri alışılmış yapan, zamana yenik düşmesine engel olan budur; hepimizde ortak olanı yakalama başarısı. Bu ortaklık her dönem için geçerli bir hakikat imgesinin yakalanmasıdır. Zaman değişir, hayat değişir, coğrafya, kültür, alışkanlıklar değişir ama insana dâir ortaklıklar değişmez. İster, “Ne zaman yeni bir kitabın yayımlandığını duyarsanız, eski birini okuyun” nasihatine kulak verelim ister Calvino’nun “Ne olursa olsun klasikleri okumak okumamaktan daha iyidir” sözüne ama Umberto Eco’nun, “İnsanlar yazıyı buluş etti. Yazının elin uzantısı olduğunu ve bu bakımdan az kalsın biyolojik olduğunu düşünebiliriz. doğrudan doğruya vücuda yan irtibat teknolojisidir yazı. Bunu icat ettiğiniz zaman, bundan böyle bundan vazgeçemezsiniz. Tekerleği icat etmiş elde etmek gibi bir şey” sözlerini aklımızda tutalım şahsen. 

Herzamanki, kendi türünde en yüksek seviyede ve en güzel örneği imliyor olsa da bu yaldızlı kelimenin bundan başka duygusal var. İster edebiyatta ister müzikte, balede, heykelde, mimarlıkta yahut modada olsun zamansızlığı ve ölümsüzlüğü ile içimizdeki sonsuzluğu ve biricikliği duyuran bir his…

Zeynep ASLAN

Kaynak: www.sacitaslan.com URL: https://www.sacitaslan.com/klasikleri-nicin-okumali-yazisi-532623