İslam’da hataları bağışlamanın, affedici olmanın ve cahillere uymamanın önemi nedir? Peygamberimizin (s.a.v.) affediciliği ile ilgili örnekler nelerdir? Affedici almak ve câhillere uymamak hakkında ayet ve hadisler.

Hataları bağışlamak, affedici edinmek ve câhillere uymamak ile ilgili ayet ve hadis-i şerifler.

AFFEDİCİ ALMAK VE CAHİLLERE UYMAMAK İLE İLGİLİ AYETLER

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Sen bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve kendini bilmezlere aldırma.” (A’râf sûresi, 199)

Allah Teâlâ kullarına zor gelecek şeyleri onlara yaptırmayı içten bulmadığı için Peygamber aleyhisselâm’a bu âyette üç şeyi emretmektedir:

Bunlardan biri, insanlarla olan ilişkilerinde onların kusurunu bağışlamayı âdet edinmesidir. İşte bu sebeple sevgili Peygamberinden insanların kusurlarına ve hatalarına bakmamasını, onları hoşgörmesini, onlara güçlük çıkarmamasını istemektedir.

İkincisi, insanlara aklın ve dinin uygun gördüğü ve kimsenin yadırgamayacağı davranışları emretmesi, emredeceği zaman da uygun bir üslup kullanmasıdır. O takdirde ahali kendilerinden beklenen şeyleri isteyerek ve severek yapacaklardır.

Üçüncüsü de kendini bilmez, dolayısıyla Rabbini tanımaz kimselerin bayağı sözlerine, çirkin davranışlarına karşılık vermemesi, onlara aldırmamasıdır.

Peygamber Efendimiz’e aleyhinde barbar saba davranışlarıyla tanınan bedevî Uyeyne İbni Hısn bir gün yeğeni Hürr İbni Kays’ın yanına gitmişti. Hürr, Hz. Ömer’in bedel verdiği ve görüşlerini aldığı bir âlimdi. Uyeyne ona:

- Yeğenim! Halifenin yanına yüksek değerin var. İznini alsan da kendisini ziyaret etsem, dedi. O da:

- Peki, amca, diyerek Hz. Ömer’den izin aldı. Uyeyne huzura girdiğinde Halife’ye hitaben:

- Ey Ömer, bize ne bol dünyalık verirsin ne de aramızda adaletle hükmedersin! deyince, Hz. Ömer öyle öfkelendi ve adamın üzerine yürüdü.

Hürr İbni Kays anında araya girerek:

- Ey Mü’minlerin Emîri! Allah Teâlâ Peygamber’ine “Sen affetme yolunu tut, iyiliği emret ve kendini bilmezlere aldırma” buyuruyor. Uyeyne de o cahillerdendir diyerek yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okudu.

Râvilerin naklettiğine kadar o heybetli halife, olduğu yere çakılmış gibi dikildi ve bir adım ileri gitmedi.

Faziletlerin en üstünü, gelmeyene gitmek, esirgeyene saptamak, adaletsizlik edeni affetmek olduğuna kadar, câhillere uymamak ve onların seviyesine inmemek en iyi davranıştır.

“Şimdilik onları bağışla, kendilerine hoş davran.” (Hicr sûresi, 85)

“Onları bağışlasınlar, kusurlarına bakmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz?” (Nûr sûresi, 22)

İnsan şahsına karşı işlenen hataları kusuruna bakmamak istemez. Zira her şeyden önce leziz buna karşısında çıkar ve suçluyu bağışlamayı bir kibir meselesi yapar. İşte bundan nedeniyle kabahat affetmek dinimizde büyük bir fazilet sayılmıştır. Hz. Ebû Bekir’in birçok konuda olduğu gibi bu konuda da misal bir davranışı bulunmaktadır:

İslâm tarihinde İfk hâdisesi diye anılan bir durum vardır. Peygamber Efendimiz bir gazveye bu arada yanına hanımlarından Hz. Âişe’yi almıştı. Seferden dönerken Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için İslâm askerlerinin bulunduğu yerden uzaklaşmış, bu esnada kaybettiği gerdanlığını aramaya çalışırken süre kaybetmiş, onu hevdecinde zanneden müslümanlar da yola çıkmıştı. Hz. Âişe dinlenme yerine geldiği vakit müslümanların gittiğini görerek orada beklemeye başlamış, ordunun artçı kuvvetlerinden olan bir sahâbî Hz. Âişe’yi devesine bindirerek Peygamber Efendimiz’in yanında getirmişti.

Ne yazıkki bu olay dedi koduya yol açmıştı. Bazı münafıklar bu olayı Hz. Âişe’nin karşısında kullanmışlar, çıkardıkları söylenti ile ayrıca Mü’minlerin Annesi’ni hem onun ailesini ve ayrıca de Resûlullah Efendimiz’i üzmüşlerdi. Fakat Allah Teâlâ gönderdiği âyetlerle Hz. Âişe’ye kötüleme edildiğini belirterek onu temize çıkarmış, Peygamber aleyhisselâm da iftiracılara cezalarını vermişti. Cinayet görebilen bu iftiracılardan biri de Hz. Ebûbekir’in ufak yaşta himâyesine alıp büyüttüğü akrabası Mistah İbni Üsâse idi. Bedir Gazvesi’nde de bulunmuş olan Mistah’ın bu davranışı Hz. Ebûbekir’i çok üzmüş ve ona bir daha destek etmeyeceğine dair yemin etmişti.

İşte o vakit yukarıdaki âyet nâzil oldu. Âyette Allah Teâlâ fazilet ve servet sahibi kimselere, yakınlarına ve yoksullara bir şey vermemek üzere ant etmemelerini nasihat ediyor, “Onları bağışlasınlar, kusurlarına bakmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını özlem etmez misiniz?” buyuruyordu. Hz. Ebû Bekir âyet-i kerîmeyi duyar duymaz:

Evet Rabbimiz, vallahi bizi bağışlamanı arzu ederiz, dedi ve eskiden olduğu gibi Mistah’a yardıma devam etti.

Cenâb-ı Mevlâ bizlere de Hz. Ebûbekir’in teslimiyetini nasip eylesin. Âmîn.

“İnsanları bağışlarlar. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 134)

Yukarıdaki âyetlerde kusur ve kusur işleyenleri bağışlama öğüt edilmektedir. Allah’ın rızâsını ve sevgisini düşüncesiyle hata işleyeni kusuruna bakmamak büyük bir fazilettir. Kabalıklara dayanma etmek, hataları hoşgörmek üstün ahlâk sahiplerinin yapabileceği bir büyüklüktür.

622 numaralı hadisten anında önce, “Hoş Ahlâk” bahsinin girişinde bu âyet-i kerîme açıklanmış ve Hz. Hasan’ın öfkeyi yutup suç bağışlama konusundaki güzel davranışı zikredilmişti. Konumuzla böylece ilgili olan o güzel kıssa burada tekrar hatırlanmalıdır.

Şunu her yerde belirtelim ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda laf konusudur. Yapılan suç toplumu ilgilendiriyorsa, o süre bağışlamaktan fazla âdil muamele etmek, doğruyu yanlışı ortaya kurmak gerekir. Zira topluma karşı işlenen suçları kusuruna bakmamak kimsenin yetkisinde değildir. Böyle bir suçlu bağışlanacak olursa, daha büyük haksızlıkların yapılmasına göz yumulmuş olur.

“Kim sabredip bağışlarsa, bu oysa büyüklerin yapabileceği değerli bir davranıştır.” (Şûrâ sûresi, 43)

Yapılan bir kötülüğe aynıyla cevap atamak meşrû bir haktır. Bu hakkı insana Allah Teâlâ verdiği için hasmından hakkını bölge kimse ayıplanamaz.

Meseleye bir diğer açıdan bakmak da mümkündür. Şahsına yapılan fenalığın intikamını edinmek meşrû bir yargı olmakla beraber, bu, hiçbir özelliği olmayan rastgele kimselerin yapabileceği bir hareket tarzıdır. Kötülüklere göğüs germek, kötülerden intikam almamak daha üstün bir tutum biçimidir. Yüce ruhlu halk nefislerini yendikleri için kötülüğe yanıt devretmek yerine kötüleri bağışlamayı tercih ederler. Nitekim Peygamber Efendimiz, nefsini memnuniyet etmek için kimseden öç almamıştır. (Buhârî, Menâkıb 23) Büyük ırk nefislerinin arzusuna aleyhinde koymaktan ve bu nedenle Allah Teâlâ’yı memnun etmekten derin şımartma duyarlar.

AFFEDİCİ EDINMEK VE CAHİLLERE UYMAMAK İLE İLGİLİ HADİSLER

Peygamberimizin Affediciliği ile İlgili Hadis

Âişe radıyallahu anhâ’dan söylenti edildiğine kadar bir gün Peygamber aleyhisselâm’a:

- Uhud Gazvesi’nin yapıldığı günden daha baskı bir gün yaşadın mı? diye sordu.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

- “Evet, senin kavminden çok musibet gördüm. Bu kötülüklerin en fenası, onların bana Akabe günü yaptığıdır. Tâifli Abdükülâl’in oğlu İbni Abdüyâlîl’e sığınmak istemiştim de beni kabul etmemişti. Ben de geri dönmüş derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnüsseâlib’e varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâil aleyhisselâm’ı farkettim. Cebrâil bana seslenerek:

- Allah Teâlâ kavminin sana ne söylediğini ve seni himâye etmeyi nasıl reddettiğini duymuştur. Onlara dilediğini yapması için de sana Dağlar Meleği’ni göndermiştir, dedi.

Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonradan da:

- Ey Muhammed! Kavminin sana ne dediğini Cenâb-ı Adalet işitti. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni sana yolladı. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim, dedi. O zaman:

- Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların soylarından yalnızca Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi iki taraflı koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim, dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-millet 7; Müslim, Cihâd 111)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Uhud Gazvesi’nde Resûl-i Ekrem Efendimiz büyük sıkıntılar atlatmıştı. Mekkeli müşrikler Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına dek yaklaşmışlar, bir takım mü’minler kendilerini onun uğrunda fedâ etmeyi göze alarak vücutlarını ona siper etmişlerdi. Buna rağmen atılan bir ok Resûl-i Zîşân’ın kutsal yüzüne isabet edince yüzü kanamış ve inci dişlerinden biri kırılmıştı. İşte Hz. Âişe annemiz bu dehşetli günü hatırlatarak ondan daha  çetin bir gün yaşayıp yaşamadığını sormuştu.

Peygamber aleyhisselâm, bu soruya cevaben Tâiflilerden gördüğü kötü davranışın kendisine Uhud gününü unutturduğunu söylemektedir. İslâm tarihinde Tâif seferi ya da Tâif yolculuğu diye anılan bu durum, Efendimiz’in peygamberliğinin onuncu yılı Şevvâl ayında meydana gelmiş gerçekte o kadar hazin bir hâdisedir.

Resûlullah Efendimiz vefalı ve sevgili eş, avuntu kaynağı Hz. Hatice’yi kaybettikten bir müddet daha sonra, kendisini müşriklere karşısında koruyan amcası Ebû Tâlib’i de yitirmişti. Müslümanlar arasında keder yılı diye anılan bu tarihten itibaren Mekkeli kâfirlerin hakaret ve azgınlıkları daha da artmış, ashâb-ı kirâma yaptıkları işkenceler çoğalmıştı. Mekke’de kendisini koruyacak kimse kalmayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz Tâif’e gitmeyi, İslâmiyet’i onlara anlatmayı düşündü. Tâif’in ileri gelenlerinden bazılarının müslüman olması halinde orada yeni bir barınak bulabilecekti. Evlatlığı Zeyd İbni Hârise’yi yanında alarak Tâif’e gitti. On gün her tarafında onlara İslâmiyet’i anlattı. Arap yarımadasının en nüfuzlu adamı diye bildiği İbni Abdüyâlîl kendisini reddedince, İslâmiyet’in geleceği ve müslümanlar namına öyle üzüldü.

Kabilelerini aydınlatmaya çalışan Resûl-i Ekrem’i reddetmekle kalmayan Tâifliler, bir takım kolay kimseleri onun peşine taktılar. Tâif’teki Akabe mevkiinde Peygamberler Sultanı’nı taşlaya taşlaya topraklarından çıkardılar. Attıkları taşlarla kutsal ayaklarını yaralayıp kanattılar.

İşte o zaman Resûlullah Efendimiz derin bir üzüntüye kapıldı. Sadece vücudu yok gönlü de yaralıydı. Kendisine kim takviye verecek, müslümanlara kim arkadaki çıkacaktı. Gönlünü kanatan ağır fikirler, nereye gittiğini düşünmeye fırsat vermedi. Yürüdü gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Karnüsseâlîb denilen yere gelince başını kaldırıp gökyüzüne baktı; kendisini gölgeleyen bulutun içinde Cebrâil aleyhisselâm’ı gördü ve dağlara hükmeden melekle tanıştı.

Meleğin teklifi kalp soğutucu idi. Eğer dilerse iki dağı onların başına geçirecek, hepsini mahvedecekti. Gönlü yaralı, fakat kalbi şefkatle batmış olan Resûlullah Efendimiz bu teklifi kabul etmedi. Zira onun dâvası nefsini memnuniyet etmek, kendine kötülük yapanlara ıstırap çektirerek gevşemek değildi. Onun gayesi insanları dürüst yola iletmek, keza dünyada hem de âhirette mutlu olmalarını temin etmek ve daha önemlisi Allah’ı haberdar olan ve O’na boyun eğen insanların sayısını çoğaltmaktı. İşte bu sebeple Dağlar Meleği’nin teklifine:

Hayır, onlar Allah’ı inkâr ve O’nun Peygamberi’ne hakaret ettikleri için bunu haketmiş olsalar bile, bu şekilde cezalandırılmalarını istemem. Cenâb-ı Hakk’ın onların soylarından yalnızca Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim, diye yanıt verdi.

Bu Nedenle o, câhillerin ve kendini bilmez kimselerin kabalıklarına, hakaretlerine aynıyla yanıt vermek yerine, onları bağışlamanın, kusurlarını görmezden gelmenin daha asil bir davranış olduğunu ortaya koydu.

Resûlullah Efendimiz’in bu asil temennisinin sonuçları hicretin dokuzuncu yılında görülmeye başlandı. Müslümanlığa karşı uzun vakit direnen Tâifliler, Arabistan yarımadasında İslâmiyet’in şipşak yayıldığını görür görmez daha pozitif dayanamadılar. Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamber Efendimiz’i himayesine almayan o adamın başkanlığında Medine’ye bir heyet gönderdiler. Allah’ın Resûlü onları Mescid-i Nebevî’nin kenarına kurdurduğu çadırlarda ağırladı. Kendilerine çok iyi davrandı.

Tâifliler İslâmiyet’i benimsemek için bir takım şartlar ileri sürdüler. Bizi namazdan muaf tut; zina, şarap ve fâizi ambargo; Lât adlı putumuza üç yıl daha tapalım, dediler. İsteklerinin kabul edilmesi için günlerce beklediler. Bu konularda zerre dek tâviz verilmediğini görünce müslümanlığı kabul ettiler.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Peygamber Efendimiz’in şefkatinin büyüklüğü, sabrının ve affının genişliği bu hadîs-i şerîfte bütün açıklığı ile görülmektedir. İnsanlardan bir fenalık görebilen kimse Peygamber Efendimiz’in bu halini hatırlamalı, câhillere uymamalı, muhtemel olduğu dek onlardan intikam almamalıdır. Gelecekten hiçbir zaman ümit kesmemeli, kanın kırmızı rengine bakıp gülün kırmızı rengini düşünmelidir.

Dayak ile İlgili Hadis

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah yolunda savaşma hali açık havada, ne bir kadına ne bir hizmetçiye, kısacası hiçbir kimseye eliyle vurmadı. Kendisine fenalık yapan kimseden intikam almaya kalkmadı. Yalnız Allah’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allah namına intikam alırdı. (Müslim, Fezâil 79. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 4; İbni Mâce, Nikâh 51)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Peygamber Efendimiz insana büyük layık verirdi. Bir kimsenin şerefini zedeleyecek, onurunu kıracak söz söylemez, kimseyi eliyle cezalandırmazdı.

Hz. Âişe annemiz onun bayan ve hizmetçiyi dövmediğini özellikle belirtmektedir. Çünkü o devirde kadına ve hizmetçiye kimse insan gözüyle bakmazdı. Pek olduğu içindir oysa, Mekkeli müşrikler, İslâmiyet’i kabul eden kölelerine her türlü fenalığı yaparlar, hatta canları isteyince onları vurup öldürürler, buna karşın kendilerinden hiç kimse hesap sormazdı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu insanlık dışı uygulamayı hiç tasvip etmedi. İnsanın eşine ve hizmetçisine nasıl davranması gerektiğini hoş davranışıyla ortaya koydu. Eşlerini ve hizmetçilerini hiç dövmedi; onlara eliyle hiç vurmadı. Eşini döven kimselerin iyi halk olmadığını söyledi.

Resûlullah Efendimiz şahsına yapılan haksızlıkların intikamını almadı. Kendine bağırıp çağıran, hırkasını güçlü olarak çekecek kadar kabalık yapan kimselere ne kırıcı bir söz söyledi ne de onların yaptığına karşılık verdi. Fakat bir kimse Allah’ın koyduğu yasaklardan birini çiğnemişse, kim olduğuna bakmadan ve onu bağışlama yoluna gitmeden hemencecik cezalandırdı.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Peygamber Efendimiz hiçbir kadını ve hizmetçiyi dövmedi. Şahsına yapılan fenalıkların intikamını almadı. aynı zamanda Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyen hiç kimseyi affetmedi. Zira peygamber de olsa böyle birini af yetkisi yoktu. İlâhî yasağı çiğneyen kimselere dinin verdiği cinayet ne ise, gözünü kırpmadan onu uyguladı. Müslümanlar, seviyeleri kendilerinden aşağı olan kimseleri dövmeme konusunda, Allah’ın Resûlünü örnek almalıdır.

Cahillere Uymamak ile İlgili Hadis

Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Resûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevînin sertçe çekmesinden nedeniyle hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. sonra bedevî:

- Ey Muhammed! Elinde bulunan Allah’a ait mallardan bana da verilmesini söyle, dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bedevîye dönüp güldü. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128. Keza bk. Ebû Dâvûd, Edeb 1; Nesâî, Kasâme, 24; İbni Mâce, Libâs 1)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çoğu vakit sade ve basit giyinirdi. bununla birlikte imkânı olanın daha iyi kumaşlardan üretilmiş hoş elbiseler giymesini hoşgörürdü. Üzerindeki bir giysiye özenen ya da öldüğünde ona sarılmayı düşleyerek elbisesini isteyen kimseye anında onu çıkarıp verirdi.

O gün, tıpatıp Resûl-i Ekrem’in giyindiği bez gibi sert ve barbar bir bedevî, beytülmâl dediğimiz devlet hazinesinden kendisine bir şeyler verilmesini dilemek üzere Peygamber aleyhisselâm’ın yanına geldi. Karşısındaki bir Peygamber yok de herhangi bir insanmış gibi üzerindeki hırkayı ya da bazı rivayetlere tarafından cübbeyi hızla çekti. Bu olayın birkaç defa cereyan ettiği kanaatini uyandıran bir başka rivayete kadar, bu sert çekişe dayanamayan cübbe yırtıldı ve kenarı Resûlullah Efendimiz’in mübârek boynunda kaldı. Bunu umursamayan bedevî, nasıl olursa olsun minnet altında kalmamak düşüncesiyle, barbar bir tavırla:

Muhammed! Elinde yer alan Allah’a ait mallardan bana da vermelerini söyle, dedi. Hiçbir Müslüman Peygamber aleyhisselâm’a adıyla hitap etmeyeceğine tarafından, bedevînin müellefe-i kulûb dediğimiz, gönlü İslâm’a yatıştırılmak istenen kimselerden olduğu anlaşılmaktadır. Yahut bu durum, Peygamber aleyhisselâm’a adıyla hitap edilmesini yasaklayan âyet (Nûr sûresi, 63) nâzil olmadan önce meydana gelmiştir.

Hadîs-i şerîfin yukarıda işaret ettiğimiz Ebû Dâvûd ve Nesâî’deki daha geniş rivayetlerine göre olay Mescid-i Nebevî’de geçti. Bedevî iki deveyle gelmişti. Develeri göstererek:

- Muhammed! Şu iki deveme yiyecek yükle! Bana ne kendi malından ne de babanın malından veriyorsun, dedi.

Bunun üstüne Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem üç kez:

- Hayır, kendi malımdan vermiyorum, böyle bir düşünceden Allah’a sığınırım. Fakat boynumu incitmene karşılık kısas yapmadıkça develerini yüklemem, dedi.

Bedevî:

- Hayır, vallahi kısas yaptırmam, dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şartını üç defa tekrarladı. Fakat bedevî her defasında kısas yaptırmayacağını söyledi.

Bunu duyan sahâbîler ayağa fırladılar. Sahâbîlerin bedevîyi yaka paça etmesinden çekinen Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara:

- Sözümü duyanların, ben izin verene kadar yerinden ayrılmamasını istiyorum, buyurdu. Orada bulunan bir sahâbîye, develerden birine arpa, ötekine hurma yüklemesini emretti. Daha Sonra da sahâbîlerine dağılmalarını söyledi.

İnsanların birbirlerini incitmelerinden dolayı kısas yapmaya, yani bir şahsın kendisini inciten kimseden benzer şekilde hakkını almaya yetkisi bulunduğunu bize öğreten bu durum, Resûlullah Efendimiz’in üstün ahlâkının göz kamaştırıcı misâllerinden birini ortaya koymaktadır. Bir kimse onun hoş ahlâkının sayısız örneklerini bilmese zeka, yalnızca bu olaya bakarak, onun aslında peygamber olduğu sonucuna varabilir. Kendisine kaba davranan birini affettikten diğer, onu ashâb-ı kirâmın elinden kurtarmak, sonra da istediği şeyi kendisine belirlemek, açıkçası büyük bir olgunluk, eşsiz bir bağışlama örneğidir.

Bedevî kısas yaptırmam diye diretmeseydi, Resûlullah Efendimiz nasıl olursa olsun onun canını yakmayacaktı. Çünkü bedevî bu kabalığı bile bile yapmamıştı. Kabalık onların tabiatında vardı. Resûl-i Zîşân bu hareketin kısası gerektirecek bir suç olduğunu söylemekle, ayrıca bedevîye ayrıca de ümmetine bir ders vermiş oldu.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Câhil ve görgüsüz kimselere sabır etmek, onları hoşgörmek peygamber ahlâkıdır. Peygamber Efendimiz barbar ve haşin bedevîler tarafından çoğu defa rahatsız edilmiş, her defasında onları bağışlamıştır. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bazı kimseleri İslâm’a ısındırmak düşüncesiyle, kendilerine devlet hazinesinin zekât ya da ganimet gibi gelirlerinden dağıtırdı.

“Allah’ım Kavmimi Bağışla! Çünkü Onlar Doğruyu Bilmiyorlar” Hadisi

Abdullah İbni Mesut radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, peygamberlerden birinin halini anlatışı hâlâ gözümün önündedir. O peygamberi kavmi dövüp kanlar içinde bırakmışlardı. O bu haldeyken bile yüzündeki kanları silerken şöyle diyordu:

“Allah’ım kavmimi bağışla! Çünkü onlar doğruyu bilmiyorlar.” (Buhârî, Enbiyâ 54, İstitâbetü’l-mürteddîn 5; Müslim, Cihâd 105. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 23)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Peygamber Efendimiz’in bahsettiği bu peygamber olur ya İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden biri, ola ki de Nuh aleyhisselâm’dı. Bu peygamberin doğru yola çağırdığı kavmi onun dâvetini kabul etmedikleri gibi, kendisini fena halde dövmüşler, başını yarmışlardı. Buna karşın o peygamber kavmine kin beslememiş, daha da önemlisi, kavminin doğru yolu bilmedikleri için böyle davrandıklarını söyleyerek Cenâb-ı Yargı’tan onları affetmesini istemişti.

Belki bu peygamber Nûh aleyhisselâm ise, o kavmini yıllarca Hakk’a dâvet etmiş, aradan yıllar geçip de birkaç kişi dışarıya kimsenin kendine inanmadığını görünce onlardan ümidini kesmiş ve “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!” (Nûh sûresi, 26) diye yalvarmıştı. Sonunda Nûh tufanıyla kâfirlerin kökü kazınmıştı.

Peygamber yaralama olayı maalesef İslâm tarihinde de tekrarlandı. Uhud Gazvesi’nde Mekkeli kâfirler attıkları okla Peygamber Efendimiz’in mübârek dişini kırdılar, yüzünü kanattılar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onların bu hareketine çok üzüldü ve üzüntüsünü:

“Kendilerine gönderilen peygamberin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl iflâh olur” diye dile getirdi. (Buhârî, Megâzî 21; Müslim, Cihâd 104) Bunun üstüne Âl-i İmrân sûresinin 128. âyeti nâzil oldu. Âyette Resûl-i Ekrem Efendimiz’e, “Senin bu hususta yapacak bir şeyin değil” buyurulmak suretiyle müşriklerin cezasını Cenâb-ı Hakk’ın vereceği hatırlatıldı. İşte o zaman merhametli Efendimiz, “Allah’ım kavmimi bağışla! Çünkü onlar doğruyu bilmiyorlar” diyerek Cenâb-ı Hakk’a onları cezalandırmaması için yalvardı. Bu Nedenle kendini bilmez kavmini bağışladığını, onlara aleyhinde gönlünde bir kin ve dehşet bulunmadığını gösterdi.

Doğruyu bilmeyenler, bilmedikleri için de ona düşmanca konuşma alanlar her devirde olmuştur. Kıyamete dek da olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini dürüst yola ilettiği bahtiyarlar, bu saâdete eremeyenleri birer düşman gibi yok, birer hasta gibi görmelidir. Onların içten yolu bulması için hem dua etmeli ayrıca de elden gelen kolaylığı göstermelidir. Kuvvet ve korku insanları soğutur, ürkütür, uzaklaştırır. Bu ise kimseye bir şey kazandırmaz. Câhillere ve kendini bilmeyenlere Peygamber Efendimiz gibi halden anlayan ve toleranslı muamele etmek ise İslâmiyet’e yeni mü’minler kazandırabilir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Peygamber Efendimiz, kendisine yaptıkları kötülüklerden dolayı kavmini bağışlamakla kalmadı, onları Cenâb-ı Hakk’ın da bağışlaması için dua etti. Doğruyu yanlıştan ayıramayan kimseleri güzel görmeli, onların doğru yolu bulması için dua etmeli ve kendilerine yardımcı olmalıdır.

“Yiğit Dediğin, Güreşte Rakibini Yenen Kimse Değildir; Başlıca Yiğit Kızdığı Vakit Öfkesini Yenen Adamdır” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den söylenti edildiğine tarafından Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; belli başlı yiğit kızdığı süre öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107, 108)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Adaleli olan bir kimse, kendinden zayıf birini kolaylıkla yenebilir. Hele güreş oyunlarını biliyorsa, rakibini zorlanmadan mağlûp edebilir. Lakin nefsi alt etmek, güçle, şiddetle olacak meslek değildir. Onun kendine has yolu yordamı vardır.

Öfkemize yenik düştüğümüz zaman konumuzun başındaki âyetler ile devamındaki hadisleri düşünmeliyiz. Allah Teâlâ’nın bizim üzerimizdeki zor ve kudretinin, öfkelendiğimiz adam üzerindeki bizim zorlama ve kudretimizden daha üstün olduğunu hatırlamalıyız. Hemen ben bu câhil ve kendini bilmez adamı affetmezsem, yarın kıyamet günü Allah Teâlâ’nın beni affetmesini nasıl umabilirim, demeliyiz.

öte taraftan şahlanmış bir suratın natürel halini nasıl yitirdiğini, kızgın insan çehresinin nasıl çirkinleştiğini gözümüzün önüne getirmeliyiz. Buna karşılık yumuşak başlı, toleranslı bir kimsenin yüz güzelliğini ve mûnisliğini düş etmeliyiz.

Peygamber Efendimiz’in Öfke Kontrolüne Tezgâhtar Olacak 3 Tavsiyesi

Kızmakta ne derece haklı olduğumuzu, kızdığımız kimsenin haklılık payı bulunup bulunmadığını her yerde gözden geçirmeliyiz. Bunları süratle düşünürken Peygamber Efendimiz’in tavsiye buyurduğu bazı fiilî yatıştırıcılara da başvurmalıyız:

Önce eûzü besmele çekerek öfkemizi körükleyip kabartan şeytandan Allah’a sığınmalıyız. Ayakta isek oturmalı, oturuyorsak yaslanmalı ya da yere uzanmalıyız. Öfkemiz yine geçmemişse kalkıp soğuk su ile abdest almalıyız. Ateşi fakat suyun söndüreceğini unutmamalıyız.

Şunu da hiçbir süre unutmamalıyız ki öfkesini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlar Allah Teâlâ’nın kendilerinden memnun olduğu kimselerdir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Dinç adaleli almak dinimizce makbul sayılmıştır. Lakin öfkesini yenebilmek ondan da üstün kabul edilmiştir. Câhillere uymamak, onlara öfkelenmemek iyi müslümanın en keskin özelliğidir.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/affedici-olmak-ve-cahillere-uymamak-ile-ilgili-ayet-ve-hadisler.html