Allah’ı zikretmek ile hadisler hangileridir? Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in Allah’ı hatırasına yapmak ve zikretmek ile ilgili hadisleri...

Allah’ı zikretmek hakkında hadîs-i şerifler:

ALLAH’I ZİKİR İLE İLGİLİ HADİSLER

Peygamberimiz buyuruyor:

لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰه zikrini çok ediniz. Zîrâ, o, cennetin hazînesidir.” (Buhârî, Deavât, 50)

“Sana arşın altındaki cennet hazinesinden bir sözcük söyleyeyim mi?

“Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve taate kuvvet bulmak, ama Allah’ın tevfik ve yardımıyladır.” kelimesidir. Kul bunu söyleyince: «Kulum hakkı  teslîm etti ve benden onu selâmette kılmamı istedi» der.”

“Ben bir söz biliyorum ama kul onu kendisine vefat gelince söylerse ruhu cesedinden çıkarken ruhuna bir başka ferahlık geldiğini görür. Ve o söz kıyamette onun için nur, parlak olur. O laf:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Allah’dan başka ilah yoktur.” sözüdür.” (Bkz. İbn Hanbel, I, 37; Râmûzü’l-ehâdis)

“Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- “İmânınızı dâima yenileyiniz” buyurdu da:

“– Yâ Rasûlallah imânımızı nasıl yenileyeceğiz?” diye suâl olundu. Cevaben:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ zikr-i şerifini fazla yapınız, buyurdu. (İbn Hanbel, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

“– Bir kul ihlâs ile لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ derse, bu hiç bir hicaba takılmadan yükselir. Allah’a vâsıl olunca Allah bunu söyleyene nazar eder. Allah bu tevhîd getirene nazar etdi mi onu rahmetine dâhil etmesi Allah’ın hakkıdır.” (Tirmizî, Deavât, 86)

“Yâ Muâz, günde kaç kez Allah’ı zikrediyorsun? On bin defa “Lâ ilâhe illallah” diyerek mi? Bak sana bir takım kelimeler öğreteyim, bu onbin kere demenden senin için daha kolaydır. Şöyle de:

“Allah’ın kelimeleri adedince Lâ ilâhe illallah. Yarattıkları adedince Lâ ilâhe illallah, Arş ağırlığınca Lâ ilâhe illallah. Semâlar dolusu lâ ilâhe illallah. Bunlarla berâber bunların mislince lâ ilâhe illallah. Bunlarla beraber bunların mislince Allahu ekber. Bunlarla beraber bunların mislince elhamdülillah”. Böyle dersen ne bir melek sevabını yazmağa takat getirebilir, ne de bir başka biri.” (Ali el-Müttâkî, I, 442/1910)

“Dünyâ lezzetini ve eğlencesini terkedip de gençliğiyle beraber Allah’ın tâatına yönelen gence Allah Teâlâ yetmiş iki sıddîkin ecrini verir ve ona şöyle hitâb eder: “Ey şehvetini terkederek gençliğini benim uğrumda feda eden genç! Sen benim yanımda bazı meleklerim gibisin!” (Tirmizî, Zühd, 53, Tuhfetü’z-Zakirîn, 241)

“Ne ben, ne de benden evvelki nebiler:

tesbîhinden daha efdal bir kelime ile tesbîh etmemişlerdir.” (Ali el-Müttâkî, no: 2015)

“Yâ Hafsa! Fazla konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullah olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allah’ın zikrini çok yap. İşte bu kalbi diriltir.” (Ali el-Müttâkî, no: 1896)

“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey Âdem oğlu, fecirden ve asırdan daha sonra bir saat beni zikret, bunların arasına ben kefilim.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 6055)

“Muhakkak ki Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları bellerse cennete girer.”

اَللّٰهْ  Allah: Varlığı gerekli olan ve tüm övgülere değer bulunan zâtın husûsî ve en kapsamlı ism-i şerifi.

اَلرَّحْمٰنُ er-Rahmân: Tüm mahlûkâta acınacak şey eden, hepsine de nîmetler veren.

اَلرَّح۪يمُ  er-Rahîm: Böylece ziyâde acıma edici, özellikle mü’minlere rahmet eden.

اَلْمَلِكُ el-Melik: Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi.

اَلْقُدُّوسُ  el-Kuddûs: Hatâdan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten münezzeh/fazla uzak ve pek temiz.

اَلسَّلَامُ es-Selâm: Her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan, her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran, Cennet’teki bahtiyar kullarına selâm eden.

اَلْمُؤْمِنُ  el-Mü’min: Gönüllerde îman ışığı yakan, kendine sığınanlara eman verip onları koruyan, rahatlatan, güven veren, vaadine güvenilen.

اَلْمُهَيْمِنُ  el-Müheymin: Kâinâtın tüm işlerini gözetip yöneten ve koruyan.

اَلْعَز۪يزُ  el-Azîz: Yenilmeyen yegâne gâlip.

اَلْجَبّٰارُ  el-Cebbâr: Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, yaratılmışların hâlini iyileştiren, irâdesini her durumda yürüten, dilediğini zor kullanarak yaptırmaya muktedir olan, hüküm ve iradesine karşı gelinmek ihtimali bulunmayan.

اَلْمُتَكَبِّرُ  el-Mütekebbir: Her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren, azamet ve yüceliğini izhâr eden.

اَلْخَالِقُ  el-Hâlık: Her şeyin varlığını ve varlığı baştan başa görüp geçireceği halleri, hâdiseleri tahsis ve tesbit eden ve ona tarafından yaratan, yoktan vâr eden.

اَلْبَارِئُ  el-Bâri’: Eşyâyı ve her şeyin âzâ ve cihazlarını birbirine yerinde bir hâlde yaratan, bir örneği olmaksızın canlıları yaratan.

اَلْمُصَوِّرُ el-Musavvir: Tasvîr eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren.

اَلْغَفَّارُ  el-Ğaffâr: Mağfireti öyle bol olan. Dilediği kullarını da günahlardan koruyan.

اَلْقَهَّارُ  el-Kahhâr: Her şeye, her istediğini yapacak surette gâlib ve hâkim.

اَلْوَهَّابُ el-Vehhâb: Çeşitli nimetleri devamlı bağışlayıp duran. daima, tekrar ve her şeyi karşılık beklemeden çok fazla ve bol bol veren.

اَلرَّزَّاقُ er-Rezzâk: Yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsân eden, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren.

اَلْفَتَّاحُ el-Fettâh: Her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran, iyilik kapılarını açan, hakemlik yapan.

اَلْعَل۪يمُ el-Alîm: Her şeyi hakkıyla ve çok iyi haberdar olan.

اَلْقَابِضُ  el-Kâbıd: Sıkan, daraltan, rızkı daraltan, canlıların rûhunu alan.

اَلْبَاسِطُ el-Bâsıt: Açan, genişleten, rızkı bollaştıran, ruhları bedenlerine yayan.

اَلْخَافِضُ  el-Hâfıd: Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan, zillete düşüren.

اَلرَّافِعُ er-Râfi’: Yukarı kaldıran, yükselten, yücelten.

اَلْمُعِزُّ  el-Mu’izz: İzzet ve itibar veren, ağırlayan.

اَلْمُذِلُّ  el-Müzill: Zillete düşüren, hor ve hakîr eden.

اَلسَّم۪يعُ  es-Semi’: Hakkıyla işiten.

اَلْبَص۪يرُ  el-Basîr: Hakkıyla görebilen.

اَلْحَكَمُ  el-Hakem: Hükmeden, hakkı yerine getiren, hükmünü eksiksiz icrâ eden.

اَلْعَدْلُ  el-Adl: Mutlak adâlet sahibi, aşırılığa meyletmeyen.

اَللَّط۪يفُ el-Latîf: En ince işlerin bütün inceliklerini haberdar olan, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri yapan, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan.

اَلْخَب۪يرُ  el-Habîr: Her şeyin iç yüzünden, sıcacık taraflarından haberdar olan.

اَلْحَل۪يمُ  el-Halîm: Suçluların cezâsını vermeye gücü yettiği hâlde onlara yumuşak davranan ve cezâlarını geriye doğru bırakan. Allah, gazabda acele etmez, mühlet verir, yaptıklarına pişman olup tevbe edenleri affeder, ısrar edenler hakkında ise artık hüküm kendisine kalmıştır.

اَلْعَظ۪يمُ el-Azîm: Tüm büyüklüklerin sâhibi. Zâtının ve sıfatlarının mâhiyeti anlaşılamayacak dek ulvî.

اَلْغَفُورُ  el-Ğafûr: Mağfireti fazla olan, tüm günahları bağışlayan. Allah, istediği kusurları insanların gözünden gizlediği gibi, melekût âlemi sâkinlerinin gözünden de gizler.

اَلشَّكُورُ  benzeyen-Şekûr: Kendi rızâsı için yapılan sâlih amelleri, daha ziyâdesiyle tedarik eden, az tâat karşılığında koskocoman dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında âhiret âleminde ölümsüz nimetler lûtfeden.

اَلْعَلِيُّ  el-Aliyy: Her hususta, her şeyden ulu olan. Her şey kendisinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olan.

اَلْكَب۪يرُ  el-Kebîr: Büyüklükte kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen, tüm büyüklükler kendisine bilerek olan.

اَلْحَف۪يظُ  el-Hafîz: Yapılan işleri tüm tafsilâtıyla tutan, her şeyi belli vaktine kadar âfât ve belâlardan saklayan, koruyup gözeten.

اَلْمُق۪يتُ  el-Mukît: Her yaratılmışın azığını ve gıdasını ödev eden, azıkları cisim ve kalblere gönderen.

اَلْحَس۪يبُ  el-Hasîb: Herkesin hayatı baştan başa yapıp ettiklerinin, tüm tafsilât ve teferruatıyla hesabını iyi haberdar olan, her şeye ve herkese her ihtiyacı için kâfi gelen, onları hesaba çeken.

اَلْجَل۪يلُ  el-Celîl: Celâdet, azamet ve heybet sâhibi, celâl sıfatları ile muttasıf.

اَلْكَر۪يمُ  el-Kerîm: Keremi, lütuf ve ihsânı bol, her türlü fazilete sahip olan.

اَلرَّق۪يبُ  er-Rakîb: Tüm varlıklar üstünde gözcü, tüm işler murakabesi altında bulunan.

اَلْمُج۪يبُ  el-Mücîb: Kendine duâ edip yalvaranların isteklerini işitip cevab veren, onları cevapsız bırakmayan.

اَلْوَاسِعُ  el-Vâsi’: Geniş ve müsaadekâr. Allah’ın ilmi, ihsânı, rahmeti, kudreti, af ve mağfireti geniştir ve her şeyi kaplamıştır.

اَلْحَك۪يمُ  el-Hakîm: Tüm emirleri ve işleri hikmetli, yerli uygun ve sağlam olan.

اَلْوَدُودُ  el-Vedûd: İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızâsına erdiren. Sevilmeye ve dostluğa lâyık yegâne varlık.

اَلْمَج۪يدُ  el-Mecîd: Zâtı onurlu, ef‘âli güzel olan, her türlü övgüye lâyık bulunan.

اَلْبَاعِثُ  el-Bâis: Ölüleri diriltip kabirlerinden kaldıran; gönüllerde gizli olanları meydana çıkaran.

اَلشَّه۪يدُ  benzeşen-Şehîd: daima ve her şeyi gözlemiş olarak bilen, tekrar hâzır ve nâzır olan.

اَلْحَقُّ  el-Hakk: Doğrusu var olan, mevcûdiyeti ve uluhiyeti hakiki olan, varlığı hiç değişmeden duran. Gerçekten vâr olan yalnız O’dur.

اَلْوَك۪يلُ el-Vekîl: Usûlüne uygun olarak, kendisine tevdi edilen işleri en güzel şekilde neticelendiren, güvenilip dayanılan, tevekkül edilen.

اَلْقَوِيُّ  el-Kaviyy: Çok adaleli, her şeye gücü yeten, kudretli.

اَلْمَت۪ينُ  el-Metîn: Fazla sağlam, kuvveti fazla ve şiddetli olan.

اَلْوَلِيُّ  el-Veliyy: İyi kullarına arkadaş olan, yardım eden.

اَلْحَم۪يدُ  el-Hamîd: Oysa kendisine hamd ü senâ olunan, tüm varlığın diliyle biricik övülen, medhedilen.

اَلْمُحْص۪ي  el-Muhsî: Her şeyin sayısını ve miktarını tek tek ve tüm adamakıllı haberdar olan.

اَلْمُبْدِئُ  el-Mübdi’: Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak birincil bitmiş yaratan.

اَلْمُع۪يدُ el-Mu’îd: Yaratılmışları değil ettikten daha sonra yeniden yaratan.

اَلْمُحْي۪  el-Muhyî: Hayat veren, can bağışlayan, sağlık durumu veren.

اَلْمُم۪يتُ  el-Mümît: Canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan, öldüren.

اَلْحَيُّ  el-Hayy: Dâimâ diri; her şeyi haberdar olan ve her şeye gücü yeten.

اَلْقَيُّومُ el-Kayyûm: Gökleri, yeri, her şeyi ayakta tutan. Bir şeyin kıyâmı, yani, bir varlık sâhibi olarak durabilmesi neye emrindeki ise, onu veren. Her şeyin varlığı kendisine yan olup kâinatı yöneten. Her şey Hak ile kâimdir.

اَلْوَاجِدُ  el-Vâcid: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, müstağnî; istediğini, istediği vakit bulan. Kendisi için lüzumlu olan şeylerin hiç birinden mahrum olmayan.

اَلْمَاجِدُ  el-Mâcid: Kadr ü şânı büyük, kerem ve semâhati bol.

اَلْوَاحِدُ  el-Vâhid: Tek. Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla şerîki/ortağı, nazîri/güya ve dengi bulunmayan.

اَلصَّمَدُ  es-Samed: Hâcetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci’, gereklilik ve dileklerde kendisine müracaat edilen, özlem ve bütün istekler kendisine sunulan, kimseye ve hiçbir şeye yoksul olmayan.

اَلْقَادِرُ  el-Kâdir: İstediğini, istediği gibi yapmaya gücü yeten.

اَلْمُقْتَدِرُ  el-Muktedir: Şiddet ve kudret sâhipleri üstünde istediği gibi tasarruf eden.

اَلْمُقَدِّمُ  el-Mukaddim: İstediğini ileri geçiren, öne bölge.

اَلْمُؤَخِّرُ  el-Muahhir: İstediğini geri koyan, arkaya bırakan.

اَلْاَوَّلُ  el-Evvel: Her varlıktan mukaddem olan, başlangıcı olmayan.

اَلْاٰخِرُ  el-Âhir: Varlığının sonu olmayan.

اَلظَّاهِرُ  ez-Zâhir: Âşikâr olan, kat’î delillerle aşina.

اَلْبَاطِنُ  el-Bâtın: Kuytu olan; duyu organları ile idrâk edilemeyen, mâhiyeti bilinemeyen.

اَلْوٰالى  el-Vâlî: Mahlûkatın işlerini yoluna koyan, bu koskocaman kâinatı ve her an meydana gelen hâdisatı tek başına tedbîr ve yöneten, kâinâtın hâkimi.

اَلْمُتَعَال۪ى el-Müteâlî: Yaratılmışlar hakkında aklın olası gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan böylece yüce ve öyle münezzeh. İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın.

اَلْبَرُّ  el-Berr: Kulları hakkında refah isteyen; iyilik ve bahşişi fazla olan, vaadini yerine getiren.

اَلتَّوَّابُ et-Tevvâb: Kullarını tevbeye sevkeden, tevbeleri bolca kabûl edip, günahları bağışlayan.

اَلْمُنْتَقِمُ el-Müntekım: Suçluları, adâleti ile müstehak oldukları cezaya çarptıran.

اَلْعَفُوُّ el-Afüvv: Affı çok. Hiçbir yükümlülük kalmayacak şekilde günahları affeden, kökünden kazıyan.

اَلرَّؤُۧفُ  er-Raûf: Çok re’fet ve şefkat sâhibi.

مَالِكُ الْمُلْكِ  Mâlikü’l-Mülk: Tüm mülkün mâliki ve hâkimi. Allah Teâlâ mülkün ayrıca sâhibi, ayrıca hükümdârıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm: Keza büyüklük ve azamet, keza de fazl u kerem sâhibi.

اَلْمُقْسِطُ  el-Muksit: Tüm işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan. Adâlet sâhibi. Mazlûma acıyıp zâlimin elinden kurtaran.

اَلْجَامِعُ  el-Câmi’: İstediğini, istediği vakit, istediği yerde toplayan. Birbirine benzeyen, benzemeyen ve zıd olan şeyleri bir araya getirip tutan. Kıyâmet günü hesâba sürüklemek için mahlukatı toplayan.

اَلْغَنِيُّ  el-Ğaniyy: Fazla varlıklı ve her şeyden müstağnî.

اَلْمُغْن۪ي  el-Muğnî: İstediğini zengin eden, hoşnutluk eden.

اَلْمَانِعُ  el-Mâni’: Dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen, kötü şeylere mâni olan.

اَلضَّآرُّ  ed-Dârr: Elem ve zarar verici şeyleri yaratan.

اَلنَّافِعُ  en-Nâfi’: Hayır ve üstünlük verici şeyleri yaratan, üstünlük veren.

اَلنُّورُ en-Nûr: Âlemleri nurlandıran; istediği sîmalara, zihinlere ve gönüllere nûr bahşeden, nûr kaynağı.

اَلْهَاد۪ى  el-Hâdî: Hidâyeti yaratan, yol gösteren, murada erdiren.

اَلْبَد۪يعُ el-Bedî‘: Örneksiz, misalsiz, acîb ve şaşılacak âlemler îcad eden. Zâtında, sıfatında, fiillerinde, emsâli görünmeyen olan.

اَلْبَاق۪ي  el-Bâkî: Varlığı devamlı olan, sonu olmayan.

اَلْوَارِثُ  el-Vâris: Servetlerin geçici sâhipleri elleri abes olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakikî sâhibi olan.

اَلرَّش۪يدُ  er-Reşîd: Tüm işleri ezelî takdîrine tarafından yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere âkıbetine ulaştıran; her şeyi yerli yerine koyan, en dürüst şekilde nizâm veren.

اَلصَّبُورُ  es-Sabûr: Fazla sabırlı. (Buhârî, Deavât, 68; Tirmizî, Deavât, 83; Hâkim, I, 62)

“Allah bana yeter. O ne hoş vekildir.” Zikri tüm korkan kimselerin emniyetli sığınağıdır. (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 3715)

Güç-i îmân ve îkan ile bu zikr-i şerîfin tekrarına ve tilâvetine devam olunsa, mülk ve can üstüne gelmesi melhuz olan musibet ve tehlikelerden insanı mahfuz kılar.

Bu zikr-i şerîfe devam edilirse biiznillahi teâlâ şiddet ve musibetler ferahlık ve sürûra tebdil olunur. Mânâsı;

“Diğer bir ilâh yok; ama el-Hakîm, el-Kerîm Allah var. Başka bir ilâh yok; oysa el-Aliyyü’l-Azîm Allah var. Başka bir ilâh değil, fakat yedi semânın ve fazla şerefli Arş’ın sahibi Allah var.”

“Günahlardan korunmaya zor yetirmek ve taatle kuvvet bulmak ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır” sözcük-i tayyibesi doksan dokuz illete devâ olur. Bu illetlerin en hafifi keder ve kederdir. (Hâkim, I, 727)

“Cennet bahçelerine uğradığınız zaman meyvelerinden istifade ediniz” buyurmakla, “Cennet bahçelerinin nereler olduğu” sual olundu. Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- de:

“– Allah’ı zikretmek için teşekkül eden halkalardır” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 82/3510)

“Sözcük-i Tevhîd, yani لَااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i azîmesi asl-ı îmânı tevlîd etdiği için zikirlerin efdali اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamdetmek de, O’nun ebedi ni’metlerini artırmaya medar olduğu için duâların efdalidir.” (Tirmizî, Duâ, 9/3383)

“Kıyamette Allah yanına en erdemli olan kullar, Cenâb-ı Hakk’ı çok zikredenlerdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, no: 1279)

“Cenâb-ı Hakk’ı zikre o kadar ihtimam ediniz ki, münafıklar sizi gördükleri zaman «İşte mecnûnun biri» desinler.” (İbn Hanbel, III, 68)

“Emin her şeye cilâ verecek bir âlet vardır. Kalbin cilâsı ise Allah’ı zikretmektir. Azâbdan necat için zikrullah gibi bir şey olamaz. Velev ama kılıncın kırılıncaya değin Allah yolunda muharebe edesin.” (Ali el-Müttâkî, no: 1848)

“Benim gözlerim uyur, lâkin kalbim uyumaz.” (Buhârî, Menâkıb, 24) Yani “zikrullahtan bir an gâfil olmaz.”

“Zikrin hayırlısı hafî olanı, rızkın hayırlısı da kâfi mikdarda olanıdır.” (İbn Hanbel, I, 172)

“İki dudaktan dışarı çıkan bir söz yayılır” ifadesine kadar, dil ile yapılan cehrî zikir, insanın sağ ve solunda bulunan meleklerle, ondan hiç ayrılmayan iblis göre işitileceğinden dolayı, hafî zikir dek efdal olamaz.

“Allah’ı zikretmek kalblerin şifasıdır. (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no 4330)

Cenâb-ı Hakk’ı kalb ile zikretmek, hased, riya, gurur gibi emrâz-ı kalbiyyeyi izâle edip kalbi Allah’ın sevdiği vasıflarla ihya etmesi cihetiyle bana kalırsa şifâdır.

“Zikir sadakadan hayırlıdır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no 4350)

“Iblis Âdemoğlunun kalbine nüfuz için istilâ eder. Lakin kul kalbiyle Cenâb-ı Hakk’ı zikredince ümidsiz olarak geri çekilir. Kul Allah’ı unutur unutmaz hemen kalbini istilâ ederek vesvese vermeğe başlar.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no 4972)

“Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: Ey Âdemoğlu! Sen beni zikrettiğin müddetçe bana şükretmiş olursun. Beni unuttuğun müddetçe hakkımı unutmuş, nankörlük etmiş olursun.” (Heysemî, X, 82)

“Hiç bir cemâat zikrullah için cem’ olup dağılmadı ancak, zikirleri sebebiyle Cenâb-ı Hakk tarafından affetme ve mağfiret ile tebşîr olunmasınlar, kendilerine: “Zikrinizden dolayı mağfiret olunmuş olarak kalkınız” denilmesin. (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no 7777)

“Allah’ı fazla zikreden kimse nifaktan beri olur.” (Beyhakî, Şuab, I, 414)

Yâni kesret-i muhabbetinden nedeniyle Allah’ı fazla zikreden ve kalbi zikrullah’tan hiç gafil olmayan kimse münâfıklıkdan uzaktan olur.

“Allah’ı çok zikreden kimseyi Allah Teâlâ sever.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 8510)

“Zikir, farz olmayan oruçtan efdaldir.” (Ali el-Müttâkî, no: 1859)

“Cenâb-ı Allah buyurmuştur oysa: “Bir kul, beni zikredeceğinden dolayı kendi ihtiyacını istemeye fırsat bulamazsa ben ona ihtiyâcını gönülsüzce evvel in’âm ve ihsan ederim.” (Ali el-Müttâkî, no: 1873)

“Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i celîlesini, ebedi ni’metlerini ve ahvâl-i âhireti tefekkür gibi ibâdet olamaz. Kalblerinizi de murakabeye alıştırınız.” (Ali el-Müttâkî, no: 5709, 44135)

“Cenâb-ı Hakk’ın velîleri o kimselerdir ki görüldükte Allah anı kazanç.” (Heysemî, X, 78)

“Cenâb-ı Allah’ı sevmenin alâmeti Allah’ı zikretmeyi sevmektir. Allah’ı sevmemenin alâmeti Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin zikrini sevmemektir.” (Beyhakî, Şuab, I, 367)

“Cenâb-ı Allah’ı kullarına sevdiriniz ki, Allah da sizi sevsin.” (Taberânî, VIII, 90)

Yani, Cenâb-ı Hakk’ın dünyâda ihsan etdiği afiyet, a’zâ ve cevârıh, rızık ve maîşet gibi sayılıp bitirilmesi olası olmayan baki ni’metleri ile, mevt, kabir, haşr, hisâb, sırat hengâmelerinde mü’minler için va’d eylediği rahmetlerini, bunlardan tedbirsiz yer alan kullarına hatırlatarak ve öğüd vererek muhabbetlerini uyandırmaya sa’y ve çaba ediniz.

“Cenâb-ı Allah’ın senin vesilenle bir kimseyi hidâyete ulaştırması, senin için üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, III, 690)

Yani ondan hâsıl olacak ecir pek büyüktür.

“Tezkiye-i nüfûs ve tasfiye-i kulûb için insanlara, ümmetime beyanname için sünnetimi beyân eden kırk hadîs-i şerif hıfz edip mahallinde sarfeden kimseyi kıyamet gününde şefaatime dâhil ederim.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, no: 8637)

“Beyt-i Mükerremi elli kez tavaf eden kimse günahlarından çıkar, temizlenir, anasından doğduğu gün gibi olur.” (Tirmizî, Hac, 41/866)

“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ı zikreder de, haşyetullah’tan dolayı göz yaşları yere dökülünceye kadar ağlarsa Allah Teâlâ ona kıyamet gününde azâb etmez.” (Hâkim, IV, 289)

“Bir kimse kesret-i muhabbetinden nedeniyle Cenâb-ı Hakk’a kavuşmayı isterse Cenâb-ı Allah da ona kavuşmayı sever.” (Buhârî, Rikâk, 41)

Bu muhabbet ekseri mü’minlerde mevte yakın bir zamanda zuhur eder.

“Kul, ubûdivyet vazifelerini ifâda ihmalkâr davranırsa; yani her ibâdetini kâfi arz yapmayıp azaltırsa ve kusur ederse Cenâb-ı Allah onu gam ve kedere mübtelâ eder.” (Ali el-Müttâkî, no: 6788)

“Bir kimse bütün arzusu dünyâ olarak sabahlar ve bu arzu üzere uyanırsa Cenâb-ı Allah onun işini perişan edip rahatını selb eder.”

“Dünyâ sevdâsıyle kalblerinizi meşgul etmeyiniz. Böylece kalblerinizi Cenâb-ı Hakk’ın zikrinden ve muhabbetinden muattal hâle getirmeyiniz.” (Beyhakî, Şuab, VII, 361)

“Tahkikan sabahleyin namazıyla güneş doğma vakti arasındaki rızıkların taksim zamanını uykuda vermek rızkın bir kısmına manî’ olur.” (Ahmed, I, 73)

“Cum’a günü ibâdet ve ezkâr ile mü’minlerin kalbi mesrur olacak bir bayram günüdür.” (Beyhakî, Şuab, III, 394)

“Vefat alâmetleri zuhur eden hastalarınız üstüne Yâsin-i Şerîfi kıraat ediniz.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 19-20)

“Üstünde ölüm alâmetleri zahir olan hastalarınızın yanlarında sözcük-i tevhidi yeniden ile kendilerine telkîn ediniz.” (Müslim, Cenâiz, 1)

Sadece telkîn edilir, söylemeleri için zorlanmaz.

“Son sözü لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tayyibesi olan bir mü’min cennete gider.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16)

“Lisânıyle Allah Teâlâ’yı zikrederken kalbiyle Allah’a ayaklanma eden kimseye yazıklar olsun.”

“Lisâniyle Cenâb-ı Allah’ı çok zikredip de ameliyle Allah’a âsî olan kimseye yazıklar olsun.” (Ali el-Müttakî, no: 43738)

“Kim bir şeyi severse onu çok zikreder.” (Beyhakî, Şuab, I, 388) Yani, Cenâb-ı Hakk’ı fazla zikir etmeyen kimse onu sevdiği iddiasında kâzibdir; yalancıdır.

Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Dualar ve Zikirler, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/allahi-zikretmek-ile-ilgili-hadisler.html