Asr Suresi 1. ayeti ne anlatıyor? Asr Suresi 1. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Asr Suresi 1. Ayetinin Arapçası:

وَالْعَصْرِۙ

Asr Suresi 1. Ayetinin Meali (Anlamı):

Asra yemîn olsun ki,

Asr Suresi 1. Ayetinin Tefsiri:

Cenâb-ı Yargı “asr”a yemin ederek, insanın büyük bir zarar ve ziyan içinde olduğunu haber verir. Buna kadar “asr” ile “insanın ziyanı” arasında fazla yakın bir münâsebetin olduğu anlaşılabilir.

اَلْعَصْرُ (asr) kelimesi;

  Mutlak zaman,

  İkindiden güneşin batmasına dek olan süre,

  Seksen ya da yüz yıllık vakit, devir,

  İnsan ömrü,

  Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı asr-ı saadet gibi mânalara gelir.

Âyet-i kerîme için bu mânaların herkes geçerli olup, ona kadar de bir tefsir yapılabilir. Oysa bunlar içinden “mutlak vakit” mânası tercih edildiği takdirde bu, öteki tüm mânaları da şümûlüne alır. Çünkü vakit insan ömrünün esasıdır. İnsan bütün işlerini zaman içinde yapar. Geçen her an insan ömrünü azaltır ve onu ölüme yaklaştırır. İnsan, kendisine belli zamanı değerlendirmesi için sınav edilir. Onu değerlendirip değerlendirmemesine kadar de bir netice elde eder.

Bu gerçeği şöyle bir misalle daha açık izah etmek mümkündür:

Bir imtihan sınıfında öğrencilere sorular verilmiştir. Zaman fazla hızlı geçmektedir. Saatimizin aralıksız olarak akıcı saniye göstergesi, zamanın ne değin çabuk geçtiğine dair tatmin edici bir düşünce verebilir. Burada bir saniyelik süre bile uzun bir süredir. İşte ömür dediğimiz sınırları kayıtlı süre de bize dünyada bir fırsat olarak verilmiştir. Başlıca sermayemizin fazla seri geçen zaman olduğunu bir lahza önce farkına varmak zorundayız. Bu sebeple geçen zamana ant edilmesinin mânası, hızla geçen zamanın, laf konusu dört özellikten yani “iman, sâlih amel, hakkı nasihat ve sabrı öğütleme”den yoksun insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını boşuna harcadığına ve zararda olduğuna şehâdet etmesidir. Kârlı çıkanlar oysa bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada ona göre davrananlar olacaktır. Bu, misâlin başında değindiğimiz üzere sınav sınıfında kendisine belirlenmiş bir zaman bilinen öğrencinin, o zaman içinde sorulara yanıt atamak yerine başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye, yakınındaki saate işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve ziyana uğrayacağı belirtilir. Rabbimizin zamana ant etmesi gerçekte bizim için böyle bir jesttir. Kârlı çıkacak öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için kullananlardır.

Fahreddin er-Râzî (r.h.) der fakat:

“Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:

«- Sermayesi eriyen bu şahsa acıma edin!...»

Onun bu sözünü duyunca, «İşte bu söz Asr sûresinin mânasını izah etmektedir» dedim. Gerçekte insana verilen ömür güneşin aşağı bir buz gibi şipşak erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81)

Bilinmelidir ancak, zamanı değerlendirmede ne dek tedbirli olursa olsun insanın kendisini zarardan ve hüsrandan iyice kurtarması muhtemel değildir. Şöyle ancak:

İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her saniye, her nefes, her dakika, her saat harcanıp tükenmektedir. Her nefes geçtikçe bu nimetin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Ömürden her geçen an, her harcanan nefes, ya bir iş için harcanır veya boşa geçer. Boş Yere geçtiyse bu elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya iyi ve güzel olan bir itaattir yahut fena ve çirkin olan bir günahtır. ya da ne iyi ne kötü; ikisi ortası mubâh olan bir iştir. Bir “mubah” ise, ona harcanan vaktin istikbâlde yardımsever bir eseri kalmaması itibarıyla gereksiz yere geçmiş gibidir. Bir “musibet” ise zaten kesin bir zarardır. Eğer yapılan, “bir ibâdet ve itaat” ise, ona harcanan vakit içinde onu ya da bir diğer ibâdeti ondan daha hoş, daha mükemmel bir şekilde edebilmek elbette mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ’ya ihlas ve tevazu içinde kulluğun dereceleri sayısızdır. Zira Allah Teâlâ’nın asillik mertebeleri ve mutlak alımlılık tecellileri nihâyetsizdir. Bu sebeple insanın Allah’ı mârifeti ne değin çok olursa dehşet ve muhabbeti de o nispette çok; Cenâb-ı Hakk’a olan itaat ve kulluğu da o nispette daha tamamlanmış ve olur. O halde her nefeste daha güzelini yapamayıp, daha düşük seviyede kalmakta, zâhiren kâr gözükse bile, yeniden bir cins ziyan olduğu görülür. Bu itibarla insanın her lahza bir şekilde ziyan içinde olduğu ve kendini ziyandan adamakıllı kurtarmasının muhtemel olmadığı anlaşılır.

Ama insan, hüsrandan kurtuluşun yolu olarak gösterilen şu dört hususu ne değin kâmil mânada yerine getirebilirse, o nispette zarar ve ziyandan kurtulma imkânı bulur:

Birincisi; iman etmek: Allah’a, âhirete, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in haber verdiği tüm esaslara kâmil mânada itimat etmek. Bunlar hakkında zerre dek bir kararsızlık ve bocalama taşımamak. Çünkü ancak böyle bir iman insanı, bütün kötülüklerden alıkor, onu  Allah ve Rasûlü’ne itaata, Kur’lahza ve sünnete uymaya sevk eder.

İkincisi; sâlih ameller yapmak: İbadet, muamelât ve ahlâkâ dair bütün hoş ve bahtı açık işler amel-i sâlihtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya ibâdet sâlih amel olduğu gibi, muhtaçlara iyilik, destek, İslâm’ı bildiri, Allah yolunda cihad, zulme ve zâlimlere karşı mücadele etmek; hak, adâlet, doğruluk, emânet, iyilik ve takvâ üstünde yardımlaşmak; helâl ; ailesine, akrabasına, komşularına ve topluma aleyhinde vazifelerini gerçekleştirmek; insanlara faydalı olmak ve onlara hoş faydalanmak defalarca amel-i sâlihtir. Bu sebepledir ki İmam Şafi (r.h.) şöyle buyurur:

“Şâyet, bütün bir Kur’ân-ı Kerîm yerine yalnızca Asr sûresi indirilmiş olsaydı, bu bile yeterdi. Çünkü onda İslâm’ın bütün esaslarını bulmak müm­kündür...”

Hüsrandan kurtuluş için “iman ve sâlih amel”, her fertte olmalıdır. Ancak hüsrandan kurtulmak için bu iki esasa ilaveten lüzumlu iki başlıca daha belirtilir. Bunlar, iman edip sâlih amel işledikten daha sonra, mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı öğüt etmeleridirr. Bunun iki hikmeti olabilir: Birincisi, iman edenler ve sâlih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, aynı zamanda mü’min ve sâlih bir toplum meydana getirmelidirler. İkincisi, bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi mesuliyetini sezgi etmelidir. Onun için toplumunun tüm üyelerine, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri farzdır:

Üçüncüsü; hakkı tavsiyeleşmek: “Hak” gerçek ve doğru demektir. Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Yargı, bâtılın zıddıdır. Genelde şu iki mânada kullanılır: Birincisi, doğruya, adâlete yerinde ve hakiki sözdür. İster dinî, ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır. Bu, Allah’ın hakkı, insanların hakkı ya da nefsinin hakkı olabilir. “Hakkı nasihat etme”nin mânası ise, mü’minlerden oluşan İslâm toplumunun, hakka karşı bâtılın yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. İslâm toplumunda ne süre ve nerede bâtıl baş kaldırsa, hakkın yanına olanlar seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adâleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da nasihat etmelidir. Zira bir toplumu ahlâkî düşüş, çözülme ve değil olmaktan korumak fakat bu yolla olası olabilir. Eğer fert ve cemiyette bu ruh kaybolmuşsa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak adalet üstünde bulunanlar, toplumun bozulmasına seyirci kalırlarsa, sonuç olarak kendileri de adalet üzere devam edemezler. Hüsrandan kurtulamazlar.

Kur’ân-ı Kerîm bunun câlib-i dikkat misallerini verir. Toplumlarında yaygın olan günah, musibet, adaletsizlik ve zulümlerden birbirlerini menetmemeleri sebebiyle İsrâiloğulları Hz. Dâvûd ve Hz. İsa diliyle lanetlenmişlerdir. (bk. Mâide 5/78-79) Yeniden İsrâiloğullarından Cumartesi yasağını çiğneyerek balık tutmaya başlayanlar üzerine cefa inmiş, tümü cezaya çarptırılmış, bu azaptan sadece günahı önlemeye çalışanlar kurtulabilmiştir. (bk. A‘râf  7/163-166)

Cenâb-ı Adalet bizleri şöyle uyarı buyurmaktadır:

 “Böylece bir fitneden sakının ama, geldiği süre içinizden yalnızca zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yeniden bilin oysa Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.” (Enfâl 8/25)

Bu sebepledir fakat iyilikleri emretmek ve kötülükleri menetmek ümmete farz kılınmış (bk. Âl-i İmrân  3/104); bu farızâyı yerine getiren bu ümmete, bunu devam ettirmeleri şartıyla “en şanslı ümmet” denmiştir. (bk. Âl-i İmrân  110)

Dördüncüsü; sabrı tavsiyeleşmek: Birbirlerine hakkı tavsiyenin yanı sıra, mü’minlerin fert ve toplum olarak hüsrandan kurtulabilmeleri için, birbirlerine sabrı da tavsiye ve tavsiye etmeleri koşul koşulmuştur. Onlar yargı ve onu koruma uğrunda karşılaştıkları bütün zorluk, kötülük, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler karşı birbirlerine sabırlı olmayı ve sebat göstermeyi telkin etmelidirler. Her fert, bu şartlara aleyhinde sebat göstermesi için diğerine cesaret vermelidir. Çünkü zamanın fitneleri, dünyanın aldatması, nefislerin bâtıl temâyülleri, hüsrana uğrayanların çokluğu aleyhinde hayır gerçekleştirmek, doğru bildirmek, Adalet yolunda gitmek mü’minleri bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, uğraşma etmeye mecbûr kılar. Bunları başarabilmek de tamamen sabırlı olmaya dayanmaktadır. Nitekim Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasihati laf konusu edilerek şöyle buyrulur:

“Evlâdım! Namazı doğrudan doğruya kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve istikrar gerektiren mühim işlerdir.” (Lokmân 31/17)

Mü’minler, zamanlarını bu dört hoş amelle doldurdukları nispette hüsrandan kurtulacak ve kendilerine ebedî kurtuluşun yollarını aralayabileceklerdir. Keza fert ayrıca de toplum olarak kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın rızâsı istikâmetinde uzaklık alma imkânı bulacaklardır. Böylece insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayacak, onlara hak ve adâlet tevzi edecek, her din, insanlar ve milletten insanların İslâmla buluşmasına zemin hazırlayacak ve onları İslâm’ın ebedî refah ikliminde buluşturacak bir İslâm toplumu inşâ edebileceklerdir. Mehmed Âkif’in şu mısraları bu hakîkati ne güzel dile getiri:

Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkı tutup uyandırmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken,

Mutlaka Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu niçin?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

Ilk Kez iman-ı reel geliyor, sonradan salâh,

Sonra hak, sonradan sebât, işte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.1

Şimdi de, böylece iman edip sâlih ameller işleyen, insanların iyiliği için çalışan, hakkı ve sabrı öğüt eden mü’minlerle alay edip eğlenenlerin fecî akibetini ve uğrayacakları hüsranın şiddetini bilgi vermek üzere Hümeze sûresi geliyor:

1 Nâ-mütenâhî: Sayısız. Meknûn: Gizli, rahat. Esrâr-ı felâh: Kurtuluşun sırları, yolları. İman-ı hakikî: Reel iman. Salat: Namaz. Hüsrân: Zarar, ziyan, kayıp. 

Cenâb-ı Yargı “asr”a yemin ederek, insanın büyük bir hasar ve ziyan içinde olduğunu haber verir. Buna tarafından “asr” ile “insanın ziyanı” aralarında fazla yakın bir münâsebetin olduğu kavranabilir.

اَلْعَصْرُ (asr) kelimesi;

  Mutlak zaman,

  İkindiden güneşin batmasına dek olan vakit,

  Seksen ya da yüz takvim süre, çağ,

  İnsan ömrü,

  Resûlullah (s.a.s.)’in yaşadığı asr-ı saadet gibi mânalara gelir.

Âyet-i kerîme için bu mânaların her biri geçerli olup, ona kadar de bir tefsir yapılabilir. Ama bunlar içinden “mutlak zaman” mânası seçim edildiği takdirde bu, diğer bütün mânaları da şümûlüne alır. Çünkü vakit insan ömrünün esasıdır. İnsan bütün işlerini süre içinde yapar. Geçen her lahza insan ömrünü azaltır ve onu ölüme yaklaştırır. İnsan, kendisine belli zamanı değerlendirmesi için sınav edilir. Onu değerlendirip değerlendirmemesine tarafından de bir netice elde eder.

Bu gerçeği şöyle bir misalle daha açık açıklama yapmak mümkündür:

Bir imtihan sınıfında öğrencilere sorular verilmiştir. Süre çok süratli geçmektedir. Saatimizin defalarca akan saniye göstergesi, zamanın ne kadar hızlı geçtiğine dair tatmin edici bir hafıza verebilir. Burada bir saniyelik vakit bile uzun bir süredir. İşte ömür dediğimiz sınırları belirtilmiş süre de bize dünyada bir fırsat olarak verilmiştir. Esas sermayemizin çok süratli geçen vakit olduğunu bir an önce farketmek zorundayız. Bu sebeple geçen zamana ant edilmesinin mânası, çabucak geçen zamanın, söz konusu dört özellikten yani “iman, sâlih amel, hakkı tavsiye ve sabrı öğütleme”den yoksun insanın dünyada ne işle meşgul olursa olsun hayatını nafile harcadığına ve zararda olduğuna şehâdet etmesidir. Kârlı çıkanlar fakat bu dört özelliği taşıyanlar ve bu dünyada ona tarafından davrananlar olacaktır. Bu, misâlin başında değindiğimiz üzere imtihan sınıfında kendisine belirlenmiş bir vakit tanınan öğrencinin, o zaman içinde sorulara yanıt atamak yerine diğer işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye, yakınındaki saate sinyâl edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve ziyana uğrayacağı belirtilir. Rabbimizin zamana ant etmesi gerçekte bizim için böyle bir jesttir. Kârlı çıkacak öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını soruları cevaplamak için kullananlardır.

Fahreddin er-Râzî (r.h.) der oysa:

“Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:

«- Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!...»

Onun bu sözünü duyunca, «İşte bu söz Asr sûresinin mânasını izah etmektedir» dedim. Gerçekte insana verilen ömür güneşin aşağı bir buz gibi tez erimektedir. Eğer bunu ziyan eder ya da yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81)

Bilinmelidir oysa, zamanı değerlendirmede ne değin itinalı olursa olsun insanın kendisini zarardan ve hüsrandan bütün olarak kurtarması mümkün değildir. Şöyle oysa:

İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her saniye, her nefes, her dakika, her saat harcanıp tükenmektedir. Her nefes geçtikçe bu nimetin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Ömürden her geçen lahza, her harcanan nefes, ya bir iş için harcanır veya boşuna geçer. Boş Yere geçtiyse bu kuşkusuz bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o meslek ya iyi ve güzel olan bir itaattir yoksa fena ve çirkin olan bir günahtır. veya ne iyi ne kötü; ikisi ortası mubâh olan bir iştir. Bir “mubah” ise, ona harcanan vaktin istikbâlde yardımsever bir eseri kalmaması itibarıyla boşu boşuna geçmiş gibidir. Bir “kötülük” ise zaten belirlenmiş bir zarardır. Eğer yapılan, “bir ibâdet ve itaat” ise, ona harcanan süre içinde onu ya da bir diğer ibâdeti ondan daha güzel, daha çok iyi bir şekilde yapabilmek elbette mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ’ya ihlas ve tevazu içinde kulluğun dereceleri sayısızdır. Zira Allah Teâlâ’nın asillik mertebeleri ve mutlak güzellik tecellileri nihâyetsizdir. Bu sebeple insanın Allah’ı mârifeti ne dek çok olursa nefret ve muhabbeti de o nispette çok; Cenâb-ı Hakk’a olan itaat ve kulluğu da o nispette daha tamamlanmış ve çok iyi olur. O halde her nefeste daha güzelini yapamayıp, daha düşük seviyede kalmakta, zâhiren kâr gözükse bile, yeniden bir nesil ziyan olduğu görülür. Bu itibarla insanın her an bir şekilde ziyan içinde olduğu ve kendini ziyandan ayrıntılarıyla kurtarmasının olası olmadığı anlaşılabilir.

Fakat insan, hüsrandan kurtuluşun yolu olarak gösterilen şu dört hususu ne dek kâmil mânada yerine getirebilirse, o nispette hasar ve ziyandan kurtulma imkânı bulur:

Birincisi; iman etmek: Allah’a, âhirete, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in haber verdiği tüm esaslara kâmil mânada itimat etmek. Bunlar hakkında zerre değin bir belirsizlik ve kararsızlık taşımamak. Çünkü ancak böyle bir iman insanı, tüm kötülüklerden alıkor, onu  Allah ve Rasûlü’ne itaata, Kur’an ve sünnete uymaya sevk eder.

İkincisi; sâlih ameller yapmak: İbadet, muamelât ve ahlâkâ dair tüm güzel ve şanslı işler amel-i sâlihtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’ya ibâdet sâlih amel olduğu gibi, muhtaçlara iyilik, takviye, İslâm’ı beyanat, Allah yolunda cihad, zulme ve zâlimlere karşısında çaba etmek; hak, adâlet, doğruluk, emânet, iyilik ve takvâ üstünde işbirliği etmek; helâl galip gelmek; ailesine, akrabasına, komşularına ve topluma aleyhinde vazifelerini yapmak; insanlara işe yaramak ve onlara güzel adet edinmek hep amel-i sâlihtir. Bu sebepledir ama İmam Şafi (r.h.) şöyle buyurur:

“Şâyet, tüm bir Kur’ân-ı Kerîm yerine sadece Asr sûresi indirimli olsaydı, bu bile yeterdi. Çünkü onda İslâm’ın tüm esaslarını bulmak müm­kündür...”

Hüsrandan kurtuluş için “iman ve sâlih amel”, her fertte olmalıdır. Fakat hüsrandan kurtulmak için bu iki esasa ilaveten lazım iki başlıca daha belirtilir. Bunlar, iman edip sâlih amel işledikten sonradan, mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı nasihat etmeleridirr. Bunun iki hikmeti olabilir: Birincisi, iman edenler ve sâlih amel işleyenler bunu ferdî olarak yapmakla kalmamalı, bununla birlikte mü’min ve sâlih bir toplum meydana getirmelidirler. İkincisi, bu toplumu bozulmaktan koruyabilmek için her fert kendi mesuliyetini algılama etmelidir. Onun için toplumunun tüm üyelerine, birbirlerine hakkı ve sabrı öneri etmeleri farzdır:

Üçüncüsü; hakkı tavsiyeleşmek: “Yargı” hakiki ve içten demektir. Allah Teâlâ’nın hoş isimlerinden biridir. Hak, bâtılın zıddıdır. Genelde şu iki mânada kullanılır: Birincisi, doğruya, adâlete uygun ve gerçek sözdür. İster dinî, ister dünyevî meseleler hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır. Bu, Allah’ın hakkı, insanların hakkı ya da nefsinin hakkı olabilir. “Hakkı nasihat etme”nin mânası ise, mü’minlerden oluşan İslâm toplumunun, hakka karşı bâtılın yayılmasına seyirci kalmayacak değin sağduyu olmasıdır. İslâm toplumunda ne süre ve nerede bâtıl baş kaldırsa, hakkın yanına olanlar seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert yalnızca kendisi hakkı, doğruluğu ve adâleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir. Zira bir toplumu ahlâkî düşüş, çözülme ve yok olmaktan korumak fakat bu yolla muhtemel olabilir. Eğer fert ve cemiyette bu ruh kaybolmuşsa toplum hüsrandan kurtulamaz. Şahsî olarak hak üstünde bulunanlar, toplumun bozulmasına seyirci kalırlarsa, sonuç olarak kendileri de hak üzere devam edemezler. Hüsrandan kurtulamazlar.

Kur’ân-ı Kerîm bunun câlib-i dikkat misallerini verir. Toplumlarında yaygın olan günah, kötülük, adaletsizlik ve zulümlerden birbirlerini menetmemeleri sebebiyle İsrâiloğulları Hz. Dâvûd ve Hz. İsa diliyle lanetlenmişlerdir. (bk. Mâide 5/78-79) Yeniden İsrâiloğullarından Cumartesi yasağını çiğneyerek balık tutmaya başlayanlar üzerine cefa inmiş, hepsi cezaya çarptırılmış, bu azaptan sadece günahı önlemeye çalışanlar kurtulabilmiştir. (bk. A‘râf  7/163-166)

Cenâb-ı Adalet bizleri şöyle ikaz buyurmaktadır:

 “Böylece bir fitneden sakının ancak, geldiği vakit içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yine bilin ki Allah’ın cezalandırması fazla şiddetlidir.” (Enfâl 8/25)

Bu sebepledir ancak iyilikleri emretmek ve kötülükleri menetmek ümmete farz kılınmış (bk. Âl-i İmrân  3/104); bu farızâyı yerine getiren bu ümmete, bunu devam ettirmeleri şartıyla “en hayırlı ümmet” denmiştir. (bk. Âl-i İmrân  110)

Dördüncüsü; sabrı tavsiyeleşmek: Birbirlerine hakkı tavsiyenin yanı sıra, mü’minlerin fert ve toplum olarak hüsrandan kurtulabilmeleri için, birbirlerine sabrı da telkin ve tavsiye etmeleri durum koşulmuştur. Onlar adalet ve onu koruma uğrunda karşılaştıkları tüm zorluk, kötülük, meşakkat, zarar ve mahrumiyetler aleyhinde birbirlerine sabırlı olmayı ve sebat göstermeyi önerme etmelidirler. Her fert, bu şartlara aleyhinde sebat göstermesi için diğerine yiğitlik vermelidir. Çünkü zamanın fitneleri, dünyanın aldatması, nefislerin bâtıl temâyülleri, hüsrana uğrayanların çokluğu aleyhinde hayır yapmak, dürüst söylemek, Hak yolunda gitmek mü’minleri bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücâdele etmeye mecbûr kılar. Bunları başarabilmek de tam olarak sabırlı olmaya dayanmaktadır. Nitekim Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasihati söz konusu edilerek şöyle buyrulur:

“Evlâdım! Namazı doğruca kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren önemli işlerdir.” (Lokmân 31/17)

Mü’minler, zamanlarını bu dört güzel amelle doldurdukları nispette hüsrandan kurtulacak ve kendilerine ebedî kurtuluşun yollarını aralayabileceklerdir. Ayrıca fert ayrıca de toplum olarak kötülüklerden uzaklaşıp Allah’ın rızâsı istikâmetinde uzaklık alma imkânı bulacaklardır. Böylece insanlığı şefkat ve merhametle kucaklayacak, onlara yargı ve adâlet tevzi edecek, her din, insanlar ve milletten insanların İslâmla buluşmasına zemin hazırlayacak ve onları İslâm’ın ebedî rahatlık ikliminde buluşturacak mükemmel bir İslâm toplumu inşâ edebileceklerdir. Mehmed Âkif’in şu mısraları bu hakîkati ne hoş dile getiri:

Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Adalet.

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derlerken,

Mutlaka Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu niçin?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

Ilk Önce iman-ı reel geliyor, sonra salâh,

Sonra adalet, sonra sebât, işte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.1

Şimdi de, böylece iman edip sâlih ameller işleyen, insanların iyiliği için çalışan, hakkı ve sabrı nasihat eden mü’minlerle alay edip eğlenenlerin fecî akibetini ve uğrayacakları hüsranın şiddetini bildirmek üzere Hümeze sûresi geliyor:

Nâ-mütenâhî: Sayısız. Meknûn: Saklı, kuytu. Esrâr-ı felâh: Kurtuluşun sırları, yolları. İman-ı hakikî: Gerçek iman. Salat: Namaz. Hüsrân: Zarar, ziyan, kayıp. 

Asr Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Asr Suresi 1. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/asr-suresi-1-ayet-meali-arapca-yazilisi-anlami-ve-tefsiri.html