Bey’atü’r-Rıdvân nedir? Hangi sure bu durum sonucunda indi? Allah’ın razı olduğu bey’beygir: Bey’atü’r-Rıdvân.

Nebiyyullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Osmân’a:

“–Kureyşlilere git! Onlara haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik! Biz fakat Beytullâh’ı ziyâret için, onun haremliğine riâyet ve tâzîm ederek geldik. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz! Sonra onları İslâm’a da dâvet et!” buyurdular. aynı zamanda oradaki erkek-kadın tüm mü’minlerle görüşmesini, Mekke’nin yakında fethedileceğini müjdelemesini, Allâh Teâlâ’nın dînine asistan olduğunu, Mekke’de îmânın açığa vurulacağı günün yaklaştığını haber vermesini de emir buyurdular. (İbn-i Sa’d, II, 97; İbn-i Kayyım, III, 290)

ALLAH’IN RAZI OLDUĞU BEY’AT: BEY’ATÜ’R-RIDVAN

Osmân (r.a), Rasûlullâh’ın emri mûcibince anında hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrik­ler buna karşın yine de izin vermediler. Hz. Osmân’ı göz hapsinde tutarak:

“–İstiyorsan sen tavâf edebilirsin!..” dediler. Ama kendisini Allâh’a ve Rasûlü’ne adamış olan mübârek sahâbî:

“–Rasûlullah Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, fakat O’nun ardındaki ziyâret ederim...” diyerek Allâh Rasûlü’ne olan sadâkatini bildirdi. (Ahmed, IV, 324)

Bu temaslar sebebiyle Hz. Osman’ın geri dönüşü gecikince, öldürüldüğüne dair bir şâyia çıktı. Bunun üzerine müslümanlarla müşriklerin arasındaki hava gerginleşmeye başladı. Allâh Rasûlü (s.a.v), kendisini temsîl eden Hz. Osmân’ın ölüm ihtimâli üstüne derhâl ashâbını toplayıp:

“–Belli Ki müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 364)

Peşinde, Allâh yolunda canlarını fedâ etmek için tüm ashâb-ı kirâmdan bey’beygir istediler. Kadın-er­kek bütün mü’minler:

“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üstüne bey’at ediyorum” diye­rek Rasûlullâh’ın bu arzusunu seve seve yerine getirdiler. (Vâkıdî, II, 603)

Mü’minler, Allâh yolunda ölünceye dek savaşmaya laf verdiler. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in mübârek ellerini tutarak bey’beygir ettiler. Bey’atin sonunda Allâh Rasûlü (s.a.v), bir eliyle öteki elini tutarak:

“–Bu da Osman’ın bey’atidir!” buyurdular. Bu Nedenle Hz. Osman’a olan îtimâd ve muhabbetini, fiilî olarak izhâr ettiler. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)

AĞAÇ ALTINDA BİAT EDENLER

Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, “Bey’atü’r-Rıdvân” ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. O gün bir münâfık hâriç tüm ashâb-ı kirâm bey’at etmişti. Bu bey’beygir, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın ulu rızâsını kazanmalarına vesîle ol­du:

“And olsun ancak, o ağacın aşağıda Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara kolaylık ve sekînet indirmiştir...” (el-Fetih, 18)

Rasûlullâh (s.a.v) bir gün Hz. Hafsa vâlidemizin yanına:

“–İnşâallâh ağacın aşağıda bey’beygir eden Ashâb-ı Soyağacı’den hiç kimse Cehennem’e girmeyecek!” buyurdular.

Bu söz üstüne aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:

“–Peki, yâ Rasûlallâh! Cenâb-ı Yargı:

«İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ herkes cehenneme varacaktır»[1] buyuruyor. Bu nasıl olacak?” dedi.

Fahr-i Kâinât (s.a.v):

“–Allâh Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudular:

“Sonra müttakî olanları kurtarırız da, zâlimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakırız.” (Meryem, 72)

Akabinde de buradaki “Cehennem’e varmak”tan maksadın, Sırat’tan geçerken Cehennem’in üstünden aşmak olduğunu, yoksa içine girmek mânâsına gelmediğini açıkladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)

Bey’atın hemen ardında Osman (r.a) çıkageldi.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI MEKKELİ MÜŞRİKLERDEN KİMİNLE İMZALANMIŞTIR?

Bunun üstüne Kureyş, müzâkere için elçiler göndermeye başladı. Bunların ilki Urve bin Mes’ud idi. O kalkıp:

“–Bu adam size hayır ve iyilik yolu gösteriyor. Onu kabûl edin ve beni antlaşma yerine getirmek üzere O’na gönderin!” dedi.

Kureyşliler:

“–Pekâlâ, git!” dediler. Urve, Allâh Rasûlü’ne geldi. Efendimiz (s.a.v) ona da Budeyl’e söylediklerine benzer şeyler söyledi… Urve bu esnâda göz ucuyla Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in ashâbını tedkîk ediyordu. Döndüğünde gördüklerini Kureyşlilere şöyle anlattı:

“–Ey kavmim, iyi dinleyin! Vallâhi ben o kadar fazla kralın huzûruna elçi olarak çıktım; Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Lakin müslümanların Muhammed’e aleyhinde olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini, hiçbir millette görmedim… Bir şey emretse tümü birdenbire koşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyundan kapmak için birbirleriyle mücâdele ediyorlar. Bir şey konuşsa hemen seslerini kısıyorlar. O’na duydukları tâzîm nedeniyle yüzüne dikkatle bakmıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar. Başından bir saç düşse derhal onu alıp saklıyorlar. Bu zât size mâkul bir teklifte bulunuyor, onu kabûl edin!”

Urve’nin bu açıklaması üstüne Ehâbîş topluluğunun reisi olan ve Kinâneoğulları’na mensup Huleys ibn-i Alkame:

“–Müsâade edin, O’na bir de ben gideyim!” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) ve ashâbına yaklaşınca, Efendimiz (s.a.v):

“–İşte falan! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere hürmet bildiren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı gördü ve Kureyş’e dönünce:

“–Kurbanlık hayvanların nişanlandığını ve işâretlendiğini gördüm. Bu kimselerin Beytullâh’a gelmesine mânî olmayı münâsip görmem!” dedi. Müşrikler:

“‒Otur, sen bedevîsin, bir şey bilmezsin!” dediler.[2]

daha sonra Kureyş Mikrez ibn-i Hafs’ı, akabinde de Süheyl ibn-i Amr’ı elçi olarak yolladı.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Süheyl’i görür görmez, isminin “rahatlık” mânâsına gelmesinden tefe’ül ederek:

“–İşiniz bundan böyle kolaylaştırıldı, size Süheyl geldi” buyurdular. Bunun üstüne Allah Rasûlü (s.a.v) de Yargı Teâlâ’nın:

“Onlar sulha yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş!..”3 emri mûcibince hareket ettiler.

Müşriklerin ilk gâyesi, o yıl müslümanlara umre yaptırmamak idi. bununla birlikte zâhirde ağır görünen birtakım şartları da vardı. Uzun ve harâretli münâkaşalardan daha sonra sulh şartları kabûl edildi.

Allah Rasûlü (s.a.v), antlaşmanın şartlarını yazma vazî­fesini Hz. Ali’ye verdiler. Allâh Rasûlü’nün emirleri üstüne Ali (r.a), önce “Besmele-i Şerîfe”yi yazacaktı ama Süheyl îtirâz etti. Besmele yerine; «بِاسْمِكَ اللّهُمَّ» yazıldı.

Bu ifâdenin ardından Süheyl, Allah Rasûlü’nün “Rasûlullah” ibâresini yazdırmasına da tepki gösterdi:

“–Allâh’ın Rasûlü olduğunu kabûl etseydik Sen’inle savaşır mıydık, bugün Kâbe’yi ziyâretten alıkoyar mıydık?” dedi.

Bunun üzerine zâten sulh şartlarından dolayı canları bıkkın bulunan ashâb-ı kirâmın öfkesi adamakıllı arttı. Ali (r.a), elindeki kalemi bırakarak:

“–Allâh’a yemîn ederim ki ben, « Rasûlullah» ibâresini silemem yâ Rasûlallâh!..” dedi.

O vakit Allah Rasûlü (s.a.v), Süheyl’e:

“–Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Rasûlü’yüm.” diyerek yazılı bulunan cümleyi kendisine göstermelerini istediler. Orayı mübârek elleriyle çizdiler ve yerine Muhammed bin Abdullâh künyesini yazdırdılar.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI MADDELERİ

O gün Allâh Rasûlü (s.a.v), birçok hikmetler sebebiyle antlaşmayı imzâladılar. Antlaşmanın maddeleri şöyleydi:

On sene harb edilmeyecek, millet emîn olacaklar, birbirlerine dokunmayacaklar. Kureyşlilerden biri, velîsinin izni olmadan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında geldiğinde onu Kureyşlilere iâde edecek, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanındakilerden biri Kureyş’e giderse onu iâde etmeyecekler. Birbirimize aleyhinde sadrımız musibet ve hileden ârî olacak, sulhe vefâ göstereceğiz. Hırsızlık, silâh çekme, hıyânet ve zırh giymek yok. Öteki Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.

Bu esnâda Huzâa kabilesi hemencecik fırlayarak:

“‒Biz Rasûlullah (s.a.v) ile anlaşma ve muâhede içindeyiz!” dediler.

Bekir Oğulları da yerlerinden sıçrayıp:

“‒Biz de Kureyş ile anlaşma ve muâhede içindeyiz!” dediler.

Müslümanlar bu sene geri dönecek, Mekke’ye girmeyecekler; gelecek yıl müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, Efendimiz (s.a.v) ve ashâbı oraya girecekler, üç gün kalacaklar, yanlarında ancak yolcu silâhı olabilecek, kılıçları kınlarına sokmadan oraya girmeyecekler. (Ahmed, IV, 325) madde için mü’minler:

“‒Ey Allah’ın Rasûlü, bunu yazalım mı?” dediler. Efendimiz (s.a.v) de:

“‒Evet, Bizden onlara dışarı giden olursa, Allah onu rahmetinden uzak eylesin! Onlardan bize gelenler için ise Allah (c.c) bir kurtuluş ve çıkış yolu ihsân edecek!” buyurdular. (Müslim, Cihâd, 93; Ahmed, III, 268)

Muâhede maddelerinin yazılıp bitirildiği aniden Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel (r.a), ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaşça Rasûlullah Efendimiz’in yanında geldi. Ebû Cendel müslüman olduğu için müşriklerden fazla gaddarlık görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, mukavele uyarınca birincil iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri hüzünle tâkip eden Rahmet Peygamberi (s.a.v), Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ ettiler. Ama merhametsiz müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel de müşriklere teslîm edilirken feryatlarla müslümanlara yalvarıyor ve takviye istiyordu. Son derece acıklı bir şekilde:

“–Beni yeniden aynı işkence ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye kendilerine sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. O süre Allâh Rasûlü (s.a.v), Ebû Cendel’e:

“–Ey Ebû Cendel! Birazcık daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanına yer alan çelimsiz, kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir uzlaşma antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle laf verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz güya durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367)

sonra, acınacak şey ummânı Efendimiz, Süheyl’e:

“–Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek taleplerini tekrarladılar. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabûl etmiyordu. Âlemlerin Efendisi:

“–Pek ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ ettiler. Süheyl bunu da kabûl etmedi. Onun bu ısrârını görür görmez, Kureyş temsilcilerinden Huveytıb ile Mikrez:

“–Ey Muhammed! Sen’in hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız” dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220)

Böylece Rasûlullâh (s.a.v), biraz da olsa rahatlamış olarak geri döndüler.

Müşriklerin bu inatçı ve mağrur tavırlarına bundan böyle dayanamayan Ömer (r.a), o gün gönlündeki îman coşku­nluğuyla oldukça taşkınlıklar yapmış, kuvvet teskîn edilmişti. Ebû Bekir (r.a) hâriç, di­ğer sahâbîlerin durumları da Hz. Ömer’den bambaşka değildi. Zâhiren hezîmet gibi görünen bu antlaşmada Hz. Ömer’in, emr-i nebevîye rağmen fikir be­emrindeki etmesine aleyhinde Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ben Allâh’ın elçisiyim, O’na isyân edemem. Yardımcım O’dur!” buyurarak yaptığı işin emr-i ilâhî ile olduğuna işâret ettiler. (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97)

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI’NDAN SONRADAN NAZİL OLAN AYET

Kureyş’in müzâkereler esnâsında ve sulhten daha sonra sıcacık durmayacağı, tâcizlerde bulunacağı varsayım ediliyordu. Bu sebeple Müslümanlar kurnaz bulunuyor ve sağlam duruyorlardı. Nitekim Mekke ehlinden 80 kişi Müslümanların karargâhına âniden hücum etmek istedi. Bu birlik, müslümanlar tarafından esir edildi ve Allâh Rasûlü (s.a.v), savaşmaya gelmeyip sırf umre yapıp dönecekleri husûsundaki niyetleri anlaşılsın diye ele geçirilen müşrikleri hür bıraktılar.4

Tekrar sulh maddelerinin yazıldığı esnada 30 genç Müslümanların karargâhının üzerine geldi. Bunlar da esir edildiler ve Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onları özgür bıraktılar. (Ahmed, IV, 86)

Sulh akdedilip Müslümanlarla müşrikler birbirine karıştıktan daha sonra 4 birey oturmuş Rasûlullah (s.a.v) aleyhinde konuşuyorlardı. Seleme bin Ekvâ (r.a) onları yakalayıp getirdi. O esnâda amcası âmir de 70 kişiyi esir etmiş Efendimiz’in refah-i âlîlerine getiriyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) onlara baktılar ve:

“‒Bırakın onları! Fücûra ilk başlayan da sonra devam ettiren de onlar olsun!” buyurdular. Bunun üzerine Cenâb-ı Yargı şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“Mekke vâdisinde onlara aleyhinde size galibiyet lûtfetmişken, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur. Allah, tüm yaptıklarınızı görür.” (el-Feth, 24) (Müslim, Cihâd, 132)

Muâhedenin bitmesinden sonra Süheyl, oğlunu alıp mutluluk ve memnûniyet içinde Mekke’ye dönerken, Allâh Rasûlü (s.a.v) de ashâb-ı güzîne şöyle buyurdular:

“–Haydi, bundan böyle kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş ediniz!..”

Ama sulh şartlarında kendilerine zulmedildiği düşüncesine ilaveten müşriklerin taşkınlık ve tacizleri Müslümanları kızdırmıştı. Bu sebeple hiç kimse kurban ve tıraş emrini yerine getirmek için yerinden kalk­madı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idi­ler. Allah Rasûlü (s.a.v), emirlerini üç kez tekrarladılar. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Bu aslâ bir isyan yok, Kâbe’yi ziyâret iştiyâkının yürekleri yakması ve müşriklerin tâcizleri netîcesinde, daha yeni yapılmış bulunan ahitnâmenin iptâli için küçük bir ümîd bekleyişi idi. Yahut her biri daha bir gün evvel:

“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üstüne bey’at ediyorum” diye­rek Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini etmişti.

Ashâbının bu hareketsizliği karşı Allâh Rasûlü (s.a.v) son de­rece mahzûn oldular. Karamsar bir şekilde kıymetli zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına gitti­ler. Durumu Ümmü Seleme’ye bildirdiklerinde mübârek annemiz, Allâh Rasûlü’nü tesellî ederek şu sözleri söyledi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz, ashâbınıza hiçbir şey söylemeden kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz! Bu durumda, onlar kendilerine kuvvet gelen bir ağırlığın altında mahzûn ol­salar da, sizin yaptığınıza tâbî olacaklardır, onları mâzur görünüz!”

Bu istişâreden daha sonra çadırından çıkan Allah Rasûlü (s.a.v), konuşulduğu gibi hareket ettiler. Bu hâli gören ashâb, muâhedenin değişmeyeceğini anladılar ve hepsi Rasûlullâh’ın yaptıklarına tâbî oldular. Kurbanlarını kestiler, saçlarını tıraş ettirdiler. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme (r.a):

“–Müslümanlar kurbanlıklara içten öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum!” demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)

Allah Rasûlü (s.a.v) Bedir’de ganimet olarak alınan Ebû Cehil’in devesini kurban ettiler. Böylece müşrikleri öfkelendirmiş, onları mânen yıpratmış oluyorlardı. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 12/1749)

Rasûlullâh (s.a.v) ile ashâbı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allâh Teâlâ bir kasırga gönderdi, saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahâbîler, bunu umrelerinin kabûlüne bir işâret saydılar.5 Bunun arkasından da Medîne’ye hareket edildi.

Dipnotlar:

1 Meryem, 71. 2 Bkz. Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324. 3 el-Enfâl, 61. 4 Müslim, Cihâd, 132, 133. 5 İbn-i Sa’d, II, 104; Halebî, II, 713.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/beyatur-ridvan-nedir.html