Fetih Suresi kaç ayettir? Fetih Suresi ne anlatıyor? Fetih Suresi’nin fazilet ve sırları nelerdir? Fetih Suresi Türkçe, Arapça okunuşu ve anlamı… Fetih Suresi’nin getirdiği müjdeler neler? Fetih Suresi ne süre ve nerede indirilmiştir? Fetih Suresi’nin iniş sebebi, nüzulü, yazılışı, okunuşu, anlamı ve fazileti.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve güzel bir sûre indirildi” buyurmuş, sonra da Fetih sûresini okumuştur. (Buhârî, Tefsir 48/1) Fetih Suresi, hicretin altıncı senesinde Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü esnâsında Mekke ile Medine aralarında nâzil olmuştur. Genel taksime göre Medine’de indiği kabul edilir. 29 âyettir. İsmini, Peygamberimize büyük bir zafer olan Hudeybiye anlaşmasını müjdeleyen birinci âyetindeki فَتْحًا مُب۪ينًا (fethan mübînen) ifadesinden alır. Resmi tertîbe göre 48, iniş sırasına tarafından ise 109. sûredir. Fetih Suresi ile ilgili sizler için hazırladıklarımız:

Fetih Suresi Arapça Fetih Suresi Arapça Yazılışı Fetih Suresi Türkçe Okunuşu Fetih Suresi Anlamı Fetih Suresi Dinle (Fatih Çollak) Fetih Suresi Dinle (Kabe İmamları) Fetih Suresi Neden Bahsediyor? Fetih Suresi'nin Fazileti Fetih Suresi İniş Sebebi Fetih Suresi Tefsiri Uzun (Prof. Dr. Ömer Çelik) Fetih Suresi'nin Getirdiği Müjdeler Fetih Suresi Kimlere Aleyhinde Okunur? Ayetel Kürsi’nin Okunuşu, Anlamı ve Tefsiri Yasin Suresi Dinle (Arapça ve Türkçe Okunuşu)

FETİH SURESİ DİNLE (FATİH ÇOLLAK HOCAEFENDİ)

FETİH SURESİ OKU (ARAPÇA)

Fetih Suresi 1. Sayfa

fetihsuresi-1

Fetih Suresi 2. Sayfa

fetihsuresi-2

Fetih Suresi 3. Sayfa

fetihsuresi-3

Fetih Suresi 4. Sayfa

fetihsuresi-4

Fetih Suresi 5. Sayfa

fetihsuresi-5

FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU*

(*Türkçe okunuşlarından Kur'lahza-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için sitemize eklenmiştir.)

1. İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).

2. Li yagfira lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhara ve yutimme ni’metehu aleyke ve yehdiyeke sırâtan mustekîmâ(mustekîmen).

3. Ve yansurakallâhu nasran azîzâ(azîzen).

4. Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen).

5. Li yudhilel mu’minîne vel mu’minâti cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve yukeffira anhum seyyiâtihim, ve kâne zâlike indallâhi fevzen azîmâ(azîmen).

6. Ve yuazzibel munâfikîne vel munâfikâti vel muşrikîne vel muşrikâtiz zânnîne billâhi zannes sev’i aleyhim dâiratus sev’i, ve gadiballâhu aleyhim ve leanehum ve eadde lehum cehennem(cehenneme), ve sâet masîrâ(masîren).

7. Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

8. İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran ve nezîrâ(nezîren).

9. Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûhu, ve tusebbihûhu bukraten ve asîlâ(asîlen).

10. İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecran azîmâ(azîmen).

11. Se yekûlu lekel muhallefûne minel a’râbi şegaletnâ emvâlunâ ve ehlûnâ festagfir lenâ, yekûlûne bi elsinetihim mâ leyse fî kulûbihim, kul fe men yemliku lekum minallâhi şey’en in erâde bikum darran konut erâde bikum nef’â(nef’en), bel kânallâhu bi mâ ta’melûne habîrâ(habîran).

12. Bel zanentum en len yenkaliber resûlu vel mu’minûne ilâ ehlîhim ebeden ve zuyyine zâlike fî kulûbikum ve zanentum zannes sev’i ve kuntum kavmen bûrâ(bûran).

13. Ve men lem yu’min billâhi ve resûlihî fe innâ a’tednâ lil kâfirîne saîrâ(saîran).

14. Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard(ardı), yagfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâu, ve kânallahu gafûran rahîmâ(rahîmen).

15. Se yekûlul muhallefûne izântalaktum ilâ megânime li te’huzûhâ zerûnâ nettebi’kum, yurîdûne en yubeddilû kelâmallâh(kelâmallâhi), kul len tettebiûnâ kezâlikum kâlallâhu min kablu, fe se yekûlûne bel tahsudûnenâ, bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ(kalîlen).

16. Kul lil muhallefîne minel a’râbi se tud’avne ilâ kavmin ulî be’sin şedîdin tukâtilûnehum konut yuslimûn(yuslimûne), fe in tutîû yu’tikumullâhu ecran hasenâ(hasenen), ve in tetevellev kemâ tevelleytum min kablu yuazzibkum azâben elîmâ(elîmen).

17. Leyse alâl a’mâ haracun ve lâ alâl a’raci haracun ve lâ alâl marîdı haracun, ve men yutııllahe ve resûlehu yudhılhu cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, ve men yetevelle yuazzibhu azâben elîmâ(elîmen).

18. Lekad radiyallâhu anil mu’minîne iz yubâyiûneke tahteş şecerati fe alime mâ fî kulûbihim fe enzeles sekînete aleyhim ve esâbehum fethan karîbâ(karîben).

19. Ve megânime kesîraten ye’huzûnehâ, ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

20. Vaadekumullâhu megânime kesîraten te’huzûnehâ fe accele lekum hâzihî ve keffe eydiyen nâsi ankum, ve li tekûne âyeten lil mu’minîne ve yehdiyekum sırâtan mustakîmâ(mustakîmen).

21. Ve uhrâ lem takdirû aleyhâ kad ehâtallâhu bihâ, ve kânallâhu alâ kulli şey’in kadîrâ(kadîran).

22. Ve lev kâtelekumullezîne keferû le vellevûl edbâra summe lâ yecidûne velîyyen ve lâ nasîrâ( nasîran).

23. Sunnetallâhilletî kad halet min kablu, ve len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ(tebdîlen).

24. Ve huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bi batni mekkete min ba’di en azferakum aleyhim ve kânallâhu bi mâ ta’melûne basîrâ(basîran).

25. Humullezîne keferû ve saddûkum anil mescidil harâmi vel hedye ma’kûfen en yebluga mahıllehu, ve lev lâ ricâlun mu’minûne ve nisâun mu’minâtun lem ta’lemûhum en tetaûhum fe tusîbekum minhum maarratun bi gayri ilmin, li yudhılallâhu fî rahmetihî men yeşâu, lev tezeyyelû le azzebnâllezîne keferû minhum azâben elîmâ(elîmen).

26. İz cealellezîne keferû fî kulûbihimul hamiyyete hamiyyetel câhiliyyeti fe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve alel mu’minîne ve elzemehum kelimetet takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).

27. Lekad sadakallâhu resûlehur ru’yâ bil hakkı, le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu âminîne muhallikîne ruûsekum ve mukassırîne lâ tehâfûn(tehâfûne), fe alime mâ lem ta’lemû fe ceale min dûni zâlike fethan karîbâ(karîben).

28. Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî, ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).

29. Muhammedun resûlullâh(resûlullâhi), vellezîne meahû eşiddâu alâl kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd(sucûdi), zâlike meseluhum fît tevrât(tevrâti), ve meseluhum fîl incîl(incîli), ke zer’in ahrace şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa, li yagîza bihimul kuffâr(kuffâra), vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfiraten ve ecren azîmâ(azîmen).

FETİH SURESİ MEALİ

1. Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.

2. Bu Nedenle Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni içten yola iletir.

3. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle destek eder.

4. İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, herşeyi hikmetle yapandır.

5. Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.

6. Ve o Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a müşterek koşan erkeklere ve karşılıklı koşan kadınlara cefa etmesi içindir. Kötülük onların başlarına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!

7. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah fazla güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

8. Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9. Fakat, Allah'a ve Resulüne iman edesiniz, ve bunu takviye edip, O'na hürmet gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edesiniz.

10. Her Hâlükarda sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

11. yakında a'râbilerden geri kalmış olanlar sana diyecekler ama, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De oysa: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir avantaj elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Hayır! Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

12. Fiilen siz Peygamber ve müminlerin, ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel belirdi de fena zanda bulundunuz ve helâki yargı etmiş bir kalabalık oldunuz.

13. Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse kuşkusuz biz, kâfirler için deli bir alev hazırlamışızdır.

14. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Allah fazla bağışlayan çok merhamet edendir.

15. Siz ganimetleri olmak için gittiğinizde geri kalanlar: "Bırakın biz de arkanıza düşelim." diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü başkalaşmak isterler. De ama: Siz bizimle gelemeyeceksiniz. Allah daha önce böyle buyurmuştur. Onlar size: "Bizi kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir. Bilakis onlar, o kadar eksik anlayan kimselerdir.

16. A'rabilerin geri bırakılmış olanlarına de oysa: Siz yakında çok kaslı bir kavme karşısında savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi dokunaklı bir azaba uğratır.

17. Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.

18. Andolsun o ağacın aşağı (Hudeybiye'de) sana bey'beygir ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları böylece yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.

19. Allah onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah fazla güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

20. Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ancak bu, müminlere bir işaret olsun ve Allah sizi doğru yola iletsin.

21. dahası sizin şiddet yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah herşeye kâdirdir.

22. Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonradan bir dost ve tezgâhtar da bulamazlardı.

23. Allah'ın öteden beri gelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.

24. O sizi onlara karşısında muzaffer kıldıktan sonradan Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

25. Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer kendilerini az önce tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin aşağı kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden bölünmüş olsalardı muhakkak onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.

26. O vakit inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek bedel ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.

27. Andolsun oysa Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinzi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.

28. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve yargı din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.

29. Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanına bulunanlar da kâfirlere aleyhinde çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üstüne dikilmiş bir ekine benzerler oysa bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.

FETİH SURESİ DİNLE (FATİH ÇOLLAK HOCAEFENDİ)

FETİH SURESİ KONUSU

Fetih suresi, hicretin altıncı senesinde müşriklerle imzalanan ve İslâm’ın dünya üstünde kabul görüp yayılmasına zemin hazırlayan büyük bir başarı olma husûsiyeti içeren Hudeybiye anlaşmasından bahsederek söze başlar. Hudeybiye seferine katılıp, Mekke’ye elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası üstüne, eğer haber doğruysa kanlarının son damlasına değin savaşacaklarına dâir Efendimiz’e bey‘at eden Ashâb-ı Kirâm methedilir. Bu mü’minlere fazla parlak istikballer, zaferler ve ganimetler va‘dedilir. bir de mal ve evlat engeline takılıp Hudeybiye seferine katılamayan münafıkların iç âlemlerinin karışıklığı, çarpık duyguları ve bunların söz ve fiillerine akseden menfî görüntüleri birer ibret tablosu hâlinde sergilenir. Son olarak Mekke fethinin müjdesi verilir ve bunun gerçekleşme planları öğretilir. Allah’ın dîninin mutlaka gâlip geleceği bildirilirken, bu hak dini dünyaya gâlip kılacak olan ve sahâbe neslinde örneklenen kâmil mü’minlerin, misal İslâm cemaatinin vasıfları beyân edilir.

FETİH SURESİ FAZİLETİ

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu gece bana, üstüne güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve hoş bir sûre indirildi” buyurmuş, daha sonra da Fetih Sûresi’ni okumuştur. (Buhârî, Tefsir 48/1)

FETİH SURESİ TEFSİRİ

1. Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle… Rasûlüm! Aslında biz sana, art arda gelecek nice fetihlerin öncüsü ve müjdecisi olacak açık açık bir fetih ihsân ettik.

Bu fetih, hicretin altıncı senesinde müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Anlaşmanın birkaç manâlı maddesi şöyleydi:

Anlaşmanın süresi on yıldır. Bu zaman zarfında iki taraf aralarında savaş durdurulacak, bir taraf diğeri karşı dar ya da açık hiçbir harekette bulunmayacaktır. Müslümanlar Kâbe’yi bu sene ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek sene ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas kurmayacaklardır. Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medine’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir. Öteki Arap kabileleri dilerlerse Müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.

Rasûlullah, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri: “Beytullâh’ı tavaftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mâni olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi (Ebû Cendel ve Ebû Basîr’i) de Rasûlullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi. Bu sözler kendisine ulaşan Rasûl-i Ekrem, bu anlaşmanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle izah buyurdu: “−Evet! Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de güvenlik ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye dek istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, bu nedenle sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, İnsânu’l-‘uyûn, II, 715)

İmam Zührî, Hudeybiye anlaşmasının neticelerini, Allah Rasûlü’nün bu husustaki hadis-i şeriflerinden de istifade ile şu şekilde özetler: “Daha önceleri Müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları yeniden savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ dağıtılmış konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, birazcık düşündükten sonradan hakîkati kavrıyor ve derhal Müslüman oluyordu. Pek oysa, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene kapsamında Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar ge­çen on dokuz yıllık İslâmî dâvet netîcesinde Müslüman olanların sayısından daha pozitif ol­muştu.”

İbn Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder: “Rasûlullah Hudeybiye’ye bu vesileyle bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivâyete tarafından yolda katılan iki bin kişiyle birlikte on iki bin Müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne dek isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 170; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 372) Gerçekte de Hudeybiye’nin ne kadar müthiş bir zafer olduğu, sonradan büyüyen olaylarla açığa çıkmıştır. Bunları hülâsa olarak baştan tanımlamak istersek şunlar söylenebilir:

✓ Bu anlaşmayla birlikte Arabistan’da İslâmî bir yönetimin varlığı ilk kez resmi olarak kabul edilmiş oluyordu.

✓ Bu anlaşma sâyesinde, Mekkelilerin propagandası yüzünden Arabistan’daki kabilelerin gönlünde İslâm aleyhine resmileşmiş olan kin ve nefret edilen şey duyguları birazcık olsun dinmişti.

✓ Sulh ortamı, Müslüman toplumla müşrik toplum arasındaki ticârî ve kültürel alışverişi canlandırdı. sırası gelmişken Müslümanlar Arabistan’ın en uzakta noktalarına dağılarak İslâm’ı yaymaya başladılar. Kısa zamanda Müslümanların sayısı öncesine nazaran çabucak arttı.

✓ Rasûlullah, savaşın durdurulmasından daha sonra Medine’de İslâm devletini güçlendirerek, örnek bir İslâm toplumu oluşturma imkânı buldu.

✓ Bu uzlaşma sâyesinde ülkenin güney sınırları emniyete alınınca, kuzey ve orta Arabistan’daki kabileler İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler. Bu âşikâr fetihle beraber öncelikle Rasûlullah’a ve onun şahsında da tüm Müslümanlara şu büyük nimetlerin ihsân edildiği beyân buyrulur:

2. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlayacak, üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola eriştirecektir.

3. Şanlı, onurlu bir zaferle sana destek edecektir.

Söz konusu edilen nimetler: Birincisi; Rasûl-i Ekrem’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlanması: Peygamberler, bir beşer olarak hata ve kusurdan tamâmen uzakta değillerdir. küçük hatalar, üçgenin taban olmayan kenarı sürçmeleri ve içtihada dayanarak verdiği kararlarda bazan isabet edememe durumları onlar için de geçerlidir. Kur’lahza- Kerîm’de bunun böylece çok misâli vardır. Allah Teâlâ keza bunları bağışlamış, keza de beşer olarak kendinde yer alan günah işleme potansiyelinin fiiliyata geçmesinden onu koruma altına almıştır.

İkincisi; Peygamberimiz’e olan nimetini tamamlaması: En büyük nimet olan İslâm dini uzlaştırma ortamında tamamlanarak yayma ve yerleşme imkânı buldu. Müslümanlar, kendi yurtlarında risk, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tamamen İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kanunları ve hükümlerine uygun bir şekilde yaşamaları için büyük bir hürriyet elde ettiler. Allah’ın dînini ve sözcük-i tevhidi yükseltebilme şiddet ve imkânlarını artırdılar. Bundan itibaren peş peşe fetihler elde ettiler. Büyüklük taslayanlar onlara itaat etmek ve zorbalar onlara itaat ermek mecburiyetinde kaldılar. aynı zamanda; Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberimiz’i kendisine sevgili yapması, onun hayatına ant etmesi, onu son peygamber olarak göndermesiyle evvelki şeriatlerin hükümlerini ortadan kaldırması, kendini miraçta “kâbe kavseyn”e dek yükseltmesi, yeniden miraçta gözünü saptırmamak ve kalbini Mevlâsından bir an ayırmamak suretiyle mâsivâya düşmekten koruması, kıyâmete dek bütün ins ve cinne peygamber olarak göndermesi, kendine ve ümmetine ganimetleri helâl kılması, ona şefaati uzma vermesi, bütün Âdemoğulları’na seyyid yapması; teşehhüdde, ezanda, Kur’lahza’ın pek fazla âyetinde zikrini kendi zikrine, rızâsını ve itaatini kendi rızâ ve itaatine birleştirmesi, sözcük-i tevhidin iki rüknünden birini ondan ibaret göstermesi de Efendimiz’e ihsân edilip tamama erdirilen nimetler cümlesindedir.

Üçüncüsü; onu dosdoğru bir yola eriştirmesi: Zâten Allah Rasûlü ve ona inananlar dürüst yol üzere bulunmaktadırlar. Allah Teâlâ onlara bu yolda azim, sebât ve kararlılık lutfedecektir. Bundan esas gaye ise, Peygamber’e fetih ve başarı yolunu göstermiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ Hudeybiye’de bahsedilen barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm’ın yayılmasına engel olan tüm güçleri mağlup edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.

Dördüncüsü; ona muhteşem bir zaferle yardım etmesi: Allah onlara, uzlaşma yoluyla düşmanlarını âciz bırakacak büyük bir yardımda bulunmuştur. Hem Hudeybiye’ye bu arada yolculukta, barışma müzakereleri yaparken ve dönüşte Allah Teâlâ’nın husûsî yardımları da olmuştur. İşte bu büyük yardımlardan biri hatırlatılarak buyruluyor ama:

4. O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, rahatlık ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları sadece Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle haberdar olan, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

5. Böylece Allah mü’min erkek ve mü’min kadınların günahlarını örtecek ve onları, daima kalmak üzere, içinden ırmaklar akıcı cennetlere yerleştirecektir. Allah katında en büyük galibiyet ve kurtuluş işte budur.

اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve rahat demektir. Kalbin, görüp algı et­tiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi bu nedenle bütün varlığıyla hafıza ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik açıklama eder. Sahibini korku ve endişelerden sâlim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Yargı, umre niyetiyle yanlarına hiçbir tabanca almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye içten yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, ola ki Hudeybiye büyük bir fetih hâline gelemeyebilirdi: Meselâ Allah Rasûlü (s.a.v.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar dehşet ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun anlaşılır biçimde ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde ya da Ebû Cendel o biçare hâliyle Müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde Müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi.

Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma esnasında bir itaatsizlik olabilirdi. Lakin Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, kolaylık ve itminân sâyesinde mü’minler her bakımdan Allah Rasûlü’nün emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Bu Nedenle o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu. Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a dobra dobra cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:

6. diğer taraftan, Allah hakkında fena zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları da cezalandıracaktır. Müslümanlar için istedikleri kötülük çemberi, kendi başlarına geçsin! Allah onlara gazap etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne fena bir dönüş yeridir orası!

7. Göklerin ve yerin orduları sadece Allah’ındır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Bu sûrenin 12. âyetinde de belirtildiği üzere Medine ve civârındaki münafıklar, çıktıkları bu seferden Peygamberimiz ve beraberindeki mü’minlerin sağ sâlim geri dönmeyeceklerini, onları müşriklerin değil edeceklerini sanıyorlardı. Müşrikler de Efendimiz’i ve mü’minleri umre yapmaktan alıkoymak suretiyle onları küçük düşüreceklerini zannediyorlardı. Gerçekten her iki gürûh da, Allah’ın Peygamber’e takviye etmeyeceğini ve hakkın bâtıl karşısında yenileceğini düşünüyorlardı. Düşündüklerinin bütün tersi oldu. Allah Teâlâ, Rasûlü’nü muzaffer kıldı, o din düşmanlarını ise dünyada gazabına uğrattı, rahmetinden uzaklaştırdı; âhirette ise onlar sonsuza dek cehennemde kalacaklardır. İşte bu hikmet gereğince:

8. Rasûlüm! Kuşkusuz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

9. Tâ ki ey halk müziği, Allah’a ve Rasûlü’ne iman edesiniz, O’nun dinine ve Peygamberine takviye edesiniz, O’na ve Peygamberi’ne hürmet gösteresiniz ve O’nu sabah akşam tesbih edesiniz!

Rasûlullah’a gösterilmesi gereken muhabbet ve bağlılığın bir numûnesi olarak Uhud savaşında yaşanan şu hâdise ne değin ibretlidir: Uhud günü Medine bir haberle çalkalandı. “Rasûlullah öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar arşa dayandı. Cümbür Cemaat yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği halde, o mübârek bayan, bunlara hiç aldırmıyor, kendisini başlıca kaygılandıran husûsu, yâni Allah Rasûlü’nün hâlini merâk ediyor: “–Ona bir şey oldu mu?” deyip duruyordu. Sahâbe-i kirâm cevâ­ben: “–Allah’a hamd olsun oysa durumu iyidir. O, senin istek ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hâtun: “–Onu görmeden gönlüm rahat bulmayacak, bana Allah’ın Rasûlü’nü gösteriniz” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve: “–Anam-babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonradan, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 292; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 115)

Allah Rasûlü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetin bedelini canıyla ödeyen şehîd sahâbî Sa‘d b. Rebî (r.a.)’in şu sözleri bir mü’minin yüreğine pek işlemeli ancak, Efendimiz ile Kevser havuzunun başında buluşuncaya değin yeniden çıkmamalıdır: Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Uhud savaşı nihâyete erdiğinde, Sa‘d b. Rebî (r.a.)’ı bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Hz. Sa‘d’i ne kadar aradıysa da bulamadı, ne dek seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle: “–Ey Sa‘d! Beni Rasûlullah gönderdi. Allah Rasûlü, senin diriler arasında mı, yahut şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi. O sırada son anlarını yaşayan ve yanıt verecek mecâli kalmamış olan Sa‘d (r.a.), kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak fakat kuvvetsiz bir inilti hâlinde: “–Ben, bundan böyle ölüler arasındayım!” diyebildi. görünen o ki bundan böyle öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Hz. Sa‘d’in yanında koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ama fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullah’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti: “–Vallahi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamberimiz (a.s.)’ı düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd 41; Hâkim, el-Müstedrek, III, 221/4906; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 47) Şu gerçek katiyen unutulmasın ama:

10. Rasûlüm! Sana bey‘beygir edenler, aslında Allah’a bey‘beygir etmektedirler. Allah’ın eli, onların bey‘at için uzanan elleri üzerindedir. Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durur, onun gereğini getirirse, hiç şüphesiz Allah ona yakın bir gelecekte büyük bir mükâfat verecektir.

Bahsedilen bey‘beygir, Hudeybiye’de bir ağaç aşağıda mü’minlerin Rasûlullah ile yaptıkları bey‘ata muhabere eder. Hâdise özetle şöyle gerçekleşmiştir: Hicretin altıncı senesinde Allah Rasûlü (s.a.v.), gördüğü bir rüyâ üstüne 1400 müslümanla beraber umre yerine getirmek için Mekke’den Medine’ye dürüst yola çıkmıştı. Lakin müşrikler, müslümanları Mekke’ye sokmak istemedikleri için önlerine bir birlik çıkarmışlardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) Hudeybiye’ye gelip orada konaklamak mecburiyetinde kaldı. Savaşmak diye bir niyeti yoktu. Bu sebeple anlaşma gerçekleştirmek üzere Hz. Osman’ı Kureyş’e elçi olarak yolladı.

Oysa Hz. Osman’ın dönüşü gecikince öldürülmüş olma ihtimali gündeme geldi. Bunun üstüne Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), bir ağacın altına oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise ölünceye kadar savaşacaklarına dâir söz aldı. Onlar da büyük bir teslimiyet ve memnun etme ile Efendimiz’e bey‘beygir edip söz verdiler. Demin Hz. Osman’ın şehîd olup olmadığı kesin olarak bilenmediği için de, Rasûlullah (s.a.v.) bir elini Osman (r.a.) namına, öteki elini de kendi adına kullanarak birbiri üstüne koyup bey‘beygir yaptı. Böylece Hz. Osman’ı bu bey‘soy iki taraflı kılmak suretiyle ona büyük bir itibar payesi vermişti. Hz. Osman sağ sâlim dönünce ve Kureyşlilerle uzlaşma yapılınca savaşa gerek kalmadı. Lakin sahâbe-i kirâm böylece Allah’ın râzı olduğu mühim bir meslek yapmış oldular. Nitekim 18. âyette tekrar bu hususa yer verilecektir. Acilen ise, bir kısım bahaneler ileri sürerek sefere katılmayan münafıkların iç dünyalarını deşifre edip orada saklanan benekli düşünceleri ortaya sermek üzere buyruluyor fakat:

MALLARIMIZ VE EVLATLARIMIZ BİZİ ENGELLEDİ

11. Hudeybiye seferine katılmayıp geride kalan bedevîler sana gelip: “Mallarımız ve evlatlarımız bizi oyaladı, seferden alıkoydu; ne olur bizim için Allah’tan bağışlanma dile” diyecekler. Onlar, gönüllerinde olmayanı dillerinin ucuyla söylüyorlar. De fakat: “Eğer Allah size bir yaralamak ya da bir faydalı olmak istese, O’ndan size gelecek şeyi kim engelleyebilir? Açıkçası Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

12. Fiilen siz, Peygamber’in ve mü’minlerin müşrikler tarafından öldürülüp bir daha daima âilelerine geri dönmeyeceklerini sanıyordunuz. Bundan Başka bu endişe gönüllerinizde iyice allanıp pullanmış ve pek kötü bir zanna kapılmıştınız. Bu Nedenle helâki adalet eden bir gürûh olup çıkmıştınız.

13. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne iman etmezse, iyi bilsin oysa, biz kâfirler için deli bir alev hazırlamışızdır.

14. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah fazla bağışlayıcıdır, engin acıma sahibidir.

Sefere katılmayanlar, Medine civarında oturan Gifâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca‘, Nah‘ ve Eslem kabileleri idi. Rasûlullah (s.a.v.) umre niyetiyle sefere karar verince müşriklerin, Kâbe’yi ziyâretlerine engel olmamaları için Medine etrafındaki göçebe kabilelerin de sefere katılmalarını istedi. Lakin onlar bu seferden ganimet ummadıkları ve müşriklerin saldırıp müslümanların işini bitireceklerini sandıkları için, işleri olduğunu gerekçe ederek sefere katılmadılar. İşte bu âyet-i kerîmeler, mûcizevî olarak, bu kabilelerin, müslümanların sağ sâlim Medine’ye döndüklerini gördükleri vakit, Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip bahaneler ileri süreceklerini, kendileri için istiğfar etmesini isteyeceklerini haber vermektedir.

âyette geçen اَلْبُورُ (bûr) kelimesi;

❖ Bozguncu, içinde fesat olan, hiçbir hayırlı işe yaramayan, hayırsız adamlar, ❖ Mahvolan, sonu fena, felâket yolunda dışarı giden kimseler anlamına kazanç. Ganimet ümidi olmadığı için sefere katılmayan bu insanların, diğer taraftan ganimet ihtimalinin artması aleyhinde nasıl ağızlarının sulandığına bakın:

15. Siz Hayber’deki ganimetleri almaya gittiğinizde Hudeybiye seferinden geri kalanlar: “Bırakın, biz de sizin peşinizden gelelim” diyecekler. Onlar, Allah’ın hükmünü başkalaştırmak istiyorlar. De ancak: “Siz bizimle asla gelemezsiniz; çünkü Allah daha önce hakkınızda böyle buyurdu.” Bu defa: “Doğrusu siz bizi kıskanıyorsunuz” diyecekler. Bilakis onlar, meselenin özünü kavrayamayan anlayışı kıt kimselerdir.

Rasûlullah (s.a.v.) hicretin altıncı senesi Hudeybiye’den döndükten sonra, yedinci senenin başlarında Hayber’in fethi için sefere çıktı. Bu sefere sadece Hudeybiye seferine iştirak eden sahâbe-i kirâm katıldı. Mazereti olmaksızın Hudeybiye’ye katılmayan kabileler canice olarak Hayber’in fethine iştirak ettirilmedi. Hayber fethedildi ve bu fetihten müslümanlara böylece çok ganimet düştü. Ganimet hırsına kapılan bedeviler, gelip Peygamberimiz (s.a.v.)’den talepte bulundularsa da, talepleri reddedildi. Çünkü Allah’ın emri bu şekilde idi ve Efendimiz (s.a.v.)’in buna aykırı davranması olası değildi. İşte âyet-i kerîme bu olaya dikkat çekici etmektedir. Bahsedilen bedevi kabilelere İslâm’a dönüp Peygamber’in rızasını kazanmaları için şöyle bir çıkış yolu gösterilmektedir:

16. Seferden geri kalan o bedevilere de ancak: “Siz yakında çok kuvvetli ve savaşçı bir millete aleyhinde savaşmaya çağrılacaksınız. Ya savaşı kazanıncaya ya da ölünceye dek onlarla savaşırsınız yahut onlar kendiliğinden teslim olup boyun eğerler. Eğer emre itaat ederseniz, Allah size hoş bir mükâfat verecektir. Yok, eğer önceden döndüğünüz gibi tekrar dönerseniz, sizi can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır.”

17. Savaşa katılmama hususunda köre günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya da günah yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Kim de yüz çevirirse onu da can brülör bir azapla cezalandıracaktır.

Bedevî kavimlerin genel özelliği, dâimâ güç ve tehlikeli durumlardan uzaktan durmak, olabildiği dek menfaatlerinin peşine koşuşmak idi. Onlar için en mühim şey menfaatleri idi. Bunun için her kılıfa girmeye râzı idiler. Yeter fakat tehlike olmasın. Bu sebeple Cenâb-ı Yargı, imandaki samimiyetlerini değer biçmek için onları, ganimet ihtimali düşük lakin öldürülme tehlikesi yüksek olan bir savaşa çağıracağını, burada imtihanı geçerlerse onları affedip mükâfatlandıracağını; yine önceki gibi yüz çevirdikleri takdirde ise onları can brülör bir azapla cezalandıracağını haber verir. Yalnız gözleri görmeyen, topal ve hastaların durumu farklıdır. Onlar için savaşa katılma mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda onlara herhangi bir vebal ve yükümlülük terettüp etmez. Aksine bunlar gibi özürlü ve engelli olan kişilere toplumun bakması, kol kanat germesi ve her türlü ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Dinimiz İslâm onlara lâzım gelen önemi vermiş ve bu hususta gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Âyet-i kerîmede bahsedilen kuvvetli kavim; Hevâzin ve Sakîf kabileleri, yahut Müseylimetü’l-Kezzâb’ın kavmi olan Hanîf oğulları, yahut Rumlar ya da Farslar olduğu hakkında rivâyetler vardır. Bir görüşe kadar de âyet geneldir; belirlenmiş bir kavim kastedilmemiştir. Allah Rasûlü (s.a.v.)’e ölümüne bey‘at eden mü’minlere gelince:

RIDVÂN BEY‘ATİ

18. Belirlenmiş ancak Allah, Hudeybiye’de o ağacın aşağı sana bey‘at ettikleri sırada o mü’minlerden râzı oldu. Onların kalplerindeki ihlâs, temiz amaç ve doğru bağlılığı fark etti; bu sebeple üzerlerine sekînet, rahat ve itminân indirdi. Onları yakında gerçekleşecek bir fetihle mükâfatlandırdı.

19. Onlara, elde edecekleri pek fazla ganimetler de nasip etti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

20. Allah size, elde edeceğiniz daha pek çok ganimetler va‘detti. Şimdilik size bu ganimetleri verdi ve düşman topluluklarının ellerini üzerinizden çekti ama, bütün bunlar, Allah’ın mü’minlere olan vadinin doğruluğuna bir delil olsun ve sizi her konuda doğruca bir yola eriştirsin.

21. Henüz elde edemediğiniz daha nice ganimetler ve nimetler var ancak, Allah onları ilmi ve kudretiyle kuşatmış ve bunları size vereceğini takdir buyurmuştur. Allah, her şeye hakkiyle şiddet yetirendir.

Sûrenin 10. âyetinde de dikkat çekici edildiği üzere Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minler, Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’e Allah yolunda ölünceye dek savaşmaya laf verdiler. Efendimiz (s.a.v.)’in mübârek ellerini tutarak bey‘beygir ettiler. Bu bey‘ate, بَيْعَةُ الرِّضْوَانِ (Bey‘atü’r-Rıdvân) veya “Hudeybiye Bey‘ati” denildi. Âyet-i kerîmede de haber verildiği üzere, bu bey‘beygir, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle ol­du. Burada haber verilen “yakın fetih”cilt maksadın, Hayber’in fethi olduğu görüşü hakimdir. Fiilen müslümanlar kısa bir süre daha sonra Hayber’i fethettiler ve orada o kadar fazla ganimet elde ettiler. Bu Nedenle Allah, müslümanlara va‘dettiği fetihlerin ilkini bahşetmiş oldu. Bununla Hayberlilerin müttefiki olan Esed ve Gatafan kabilelerinin de müslümanlara hücumlarını önledi.

Hudeybiye anlaşması ile de Mekkelilerin taarruzu önlenmiş oldu. Böylece müslümanlar bir taraftan düşman taarruzlarından emniyete kavuşturuldukları gibi, bir taraftan da onlara fetihlerin kapıları aralanmaya başlamış oldu. Bu sebepledir ama, müslümanlara ileride kıyâmete değin daha çok fetihler yapacakları ve ganimetler elde edecekleri müjdelenmiş; bu yüzden Hudeybiye’ye “Fetihlerin Anahtarı” ünvanı verilmiştir. Mü’minler Hudeybiye’de o ağaç aşağıda Efendimiz (a.s.)’a öylesine sağlam bey‘at etmişlerdi fakat:

22. Eğer o kâfirler, bey‘beygir sonrası Hudeybiye’de sizinle savaşsalardı, kuşkusuz arkalarını dönüp kaçacaklardı; daha sonra da kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdi.

23. Allah’ın öteden beri uygulanan kanunu böyledir. Allah’ın kanununda katiyen bir değiştirme bulamazsın!

Müşrikler, Hudeybiye’de Rasûlullah (s.a.v.)’in uzlaşma teklifini reddedip savaşa girişselerdi, mağlup edileceklerdi. Allah müslümanlara yardım edecek ve onları bozguna uğratacaktı. Yine müslümanlar Hudeybiye’de iken müşriklerden ya da yahudilerden Medine’ye hücum etmek isteyen olsaydı, Allah onlara da muvaffakiyet vermeyecekti. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın öteden beri uygulanan kanunu bu minval üzereydi: Tüm samimiyetleriyle din yoluna baş koyan mü’minler, sayı olarak eksik olsalar bile, topluluk düşman ordularına gâlip gelecektir. (bk. Bakara 2/249) Allah’ın Peygamberi’ne karşı gelen kâfirler rezil ve acınacak halde olacaklardır. Nitekim Bedir savaşında bunun o kadar açık bir örneği yaşanmıştır. Ilk Önce Hudeybiye anlaşmasını ve peşinden de Mekke’nin fethini hazırlayan sebeplerin oluşmasındaki Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellilerine ve mü’minlere olan büyük lutuflarına bir perde aralamak üzere buyruluyor ki:

24. O Allah oysa, Mekke’nin göbeğinde size o kâfirlere karşısında galibiyet nasip ettikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekti. Allah, tüm yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.

25. Mekkeli müşrikler, inkârda direttiler ve sizi Mescid-i Haram’ı ziyâret etmekten ve bekletilmekte olan armağan kurbanlıkları da kesim yerlerine ulaşmaktan engellediler. Eğer Mekke’de kendilerini demin tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınlar olmasaydı; bunları bilmeden ezmeniz ve bu yüzden endişe ve zarara uğramanız ihtimali bulunmasaydı Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşarak şehre girmenize engel olmazdı. Ama dilediği kimseleri rahmetine eriştirmek için Allah sizin elinizi onlardan çekmiştir. Şâyet onlar birbirlerinden iyice seçilip ayrılmış olsalardı, onların kâfir olanlarını şüphesiz can yakıcı bir azaba uğratırdık.

Rasûlullah (s.a.v.), ashâbıyla birlikte Hudeybiye’de bulunuyorlarken, müşriklerden seksen kişilik bir grup bir sabahtan namazı vakti üzerlerine hücum etti. Maksatları Allah Rasûlü (s.a.v.)’i öldürmekti. Hiçbir zarar veremeden yakalandılar. Peygamberimiz (s.a.v.) onları affedip serbest bıraktı. (Müslim, Cihâd 133) Kureyşlilerin sonunda barışma istemelerine bu olay sebep olmuştur. Âyetlerin bir diğer iniş sebebi de şudur: Hudeybiye anlaşması gereğince Mekkeliler’den müslüman olup Medine’ye Rasûlullah (s.a.v.)’in yanında gidenler Mekkelilere iâde edilecekti. Uzlaşma imzalandıktan sonra Ebû Basîr isminde biri müslüman olmuş, bir Mekkeli de Medine’ye sığınmıştı. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.), şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allah Rasûlü’nün bu hareketine bir mâna veremeyerek: “–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsun?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Rasûlullah (s.a.v.) sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu: “–Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allah Teâlâ, sana ve senin gibilere kesinlikle bir selâmet yolu gösterecektir.” Bu sözlerden sonradan Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in verdiği hükme boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu.

Oysa o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden, yolda bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Yan iki kişiden birini öldürdü, diğerini ise elinden kaçırdı. Ebû Basîr, öldürdüğü kişinin elbisesini, eşyâlarını ve kılıcını aldı, Allah Rasûlü’ne getirdi: “–Yâ Rasûlallah! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efen­dimiz: “–Ben bunun beşte birini aldığım süre, onlarla yapmış olduğum anlaşmaya uymamış olurum. Lakin sen farklı bir durumdasın. Senin davranışın da, öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir” buyurdu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 626-627) Firâsetle hareket eden Ebû Basîr, bir müddet sonra Medine’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam aralarında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonradan orası nesnel bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Sözde durumda olan Ebû Cendel de zâlimlerin elinden kurtularak Ebû Basîr’e katıldı. Durumdan bilen mazlum mü’minler birer ikişer oraya toplanmaya başladılar. Bu Nedenle müslümanların sayısı fazla geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Peygamber Efendimiz’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medine’ye kabul olunmasını ricâ ettiler. Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr’e mektup göndererek Medine’ye gelmelerini bildirdi. Bunu üzerine Fetih sûresinin 24-26. âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Şurût 15)

Gerçekten, keza mü’minlerin hem de kâfirlerin bütün yaptıklarını hakkiyle görebilen Cenâb-ı Yargı, Mekke dâhilinde iki grup arasında bir savaşın olmasını istemiyordu. Bunun iki hikmeti vardır: Birincisi; o dönemde Mekke’de imanlarını gizleyen ve gizlemeyen erkek bayan birçok müslüman bulunmaktaydı. Onlar imkânsızlık ve güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişler, ızdırap ve işkenceye maruz kalmışlardı. Hudeybiye’ye değin mü’minlerin bundan haberleri yoktu. Böyle bir ortamda savaş olup müslümanlar kâfirleri kovalayarak Mekke’ye girselerdi, kâfirlerle birlikte, tanınmadıklarından nedeniyle bu müslümanları da öldürebilirlerdi. Gerçeğin farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve endişe duyarlardı. Bu yüzden ayrıca müşrik Araplara: “Bu halk savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar” deme fırsatı verilmiş olurdu. Dolayısıyla Cenâb-ı Adalet, bir taraftan Mekke’deki bu çâresiz müslümanlara merhamet etmek, onları koruyup gözlemek; öte yandan da Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashâbını üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak maksadıyla bu kritik noktada savaşa müsaade buyurmadı. İkincisi; Yüce Allah, Kureyş’in mağlup edilip Mekke’nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Ola Ki de murâd-ı ilâhî, Mekkelilerin her yana çembere alınması aracılığıyla çâresiz ve zayıf hâle getirilmeleri, hiç bir eziyete lüzûm kalmadan mağlup olmaları ve nihâyet Kureyş kabilesinin topyekun İslâm’ı kabul edip Allah’ın rahmetine nâil olmalarına zemin aranje etmek idi.

Sahiden de Hudeybiye’den sonra geçen iki sene bu amaç için kâfi geldi. Mekke bu şekilde fethedildi. Söz aralarında şunu spesifize etmek gerekir fakat, fetihten sonra Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’ye girişi dünyada eşi görülmemiş en büyük tevâzû örneklerindendir. Hâdiseye şâhit olan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler: “Rasûlullah (s.a.v.), Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Galibiyet müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Ulu Rabbine karşısında tevâzû ile o derece eğmişti ancak, sakalının uçları az daha devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak: «Ey Allahım! Yaşam, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.” (bk. Buhârî, Rikãk, 1; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 824) Müşriklerin, Peygamberimiz ve ashâbını Beytullah’ı ziyâretten engellemelerinin hakiki sebebi ise şöyle haber veriliyor:

26. O vakit inkâr edenler gönüllerinde o taassubu; o câhiliye taassup ve gururunu alevlendirirken, Allah da Peygamberi’nin ve mü’minlerin üstüne sekînetini, rahat ve itminân duygusunu indirdi ve onların takvâ sözüne tutunmalarını nasip etti. Zâten onlar buna pek lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.

Müşriklerin doğrusu hiç kimseyi Kâbe’yi ziyâretten men etme hakları yoktu. Bunu da biliyorlardı. Fakat sırf câhiliye taassubu ile hareket edip, müslümanların ziyâretine müsade vermediler. Eğer Allah Rasûlü (s.a.v.) bu dek kalabalık bir grupla Mekke’de görünürse, tüm Arap yarımadasında şöhretlerinin söneceğini ve gururlarının kırılacağını düşünüyorlardı. Onların son derece kışkırtıcı bu câhiliye taasuplarına mukâbil, Cenâb-ı Adalet Rasûlü’nün ve mü’minlerin kalplerine rahatlık ve sükûn indirdi. Onlara katlanma ve ciddiyet verdi. Bu Nedenle öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Bilakis takvâya sarıldılar. Aşırı davranışlardan kaçındılar. Günahsız insanların kanına girmekten korundular. Zâten onlar, iman ve ahlâkî kemalleri bakımından bu işe lâyık ve ehil kimselerdi. Allah’ın yardımıyla böyle kritik bir noktada bu ağır imtihanı başarmış oldular. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, müslümanlarla birlikte Kâbe’yi ziyâret ettiğini gördüğü rüyâya gelince:

27. Şüphesiz Allah, Rasûlü’nün gördüğü rüyâyı gerçekleştirerek içten çıkaracaktır. Allah’ın izniyle siz, kiminiz başını tamâmen tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmadan ve bütün bir güvenlik içinde Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi biliyor. Onun için size Mekke’nin fethinden önce yakında gerçekleşecek bir diğer fetih daha nasip etti.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Hudeybiye’ye çıkmadan önce rüyâsında kendisinin ve ashâbının başlarını tıraş ederek güvenlik içerisinde Mekke’ye girdiklerini görmüş ve bunu ashâbına haber vermişti. Onlar da fazla sevinmişlerdi. Nihâyet hazırlıklarını yapıp, kurbanlıklarını alarak sefere çıktılar. Ama Hudeybiye’de alıkonulup, kurbanları orada keserek geri dönmek zorunda kaldılar. Bu koşul onları gerçekten fazla üzdü. Bir kısım münafıklar da ileri geri konuşmalarıyla halkın moralini bozup, onları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İşte âyet-i kerîme, Peygamber (s.a.v.)’in gördüğü rüyânın doğru olduğunu ve rüyâda gösterildiği minval üzere müslümanların Mekke’ye girip umre yapacaklarını müjdelemiştir. Daha önce müjdelenen Hayber’in fethinin gerçekleşmesinin, bunun da gerçekleşeceğine açık bir delil olduğu belirtilmiştir. Nitekim bir yıl daha sonra Allah Rasûlü (s.a.v.), iki bin birey kadar ashâbıyla birlikte gelip kaza umresini yapmıştır. Âyetin haber verdiği gaybî mûcize aynen tahakkuk etmiştir. Yüce Rabbimizin Peygamberimizle birlikte kıyâmete kadar bütün mü’minlere verdiği en mühim müjdelerden biri de şudur:

28. Rasûlü’nü tüm dinlere üstün kılmak üzere hidâyet ve adalet din ile gönderen O’dur. Buna şâhit olarak Allah yeter!

Tüm bunlar Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hakiki peygamber, ona indirilen Kur’an’ın ilâhî kitap ve onun tebliğ ettiği dinin hak din olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ bu dini, bütün dinler üstüne gâlip olması ve yeryüzünde tek hâkim din olması için göndermiştir. Bu gâlibiyet iki yönlüdür: Birisi ilmî bakımdan delillerin kuvvetliliğinde üstünlüktür ama âyetteki “hidâyet”le buna dikkat çekici edilmiştir. Diğeri ise, amelî bakımdan fiiliyatta avantaj ve hâkimiyettir ancak, د۪ينُ الْحَقِّ (dînu’l-yargı) tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. Buna göre İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, tümü mutlaka mağlup olacaktır. Bunlardan birincisinin tamâmen ortaya çıktığında şüphe yoktur.

İslâm dini, ilim yönünden her dîne gâliptir. İkincisi ise tarihte bir dereceye dek gerçekleşmiş ve çok eskiden müslümanlar her kavme gâlip olmuş ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Peygamberin doğruluğunun ve onun getirdiği dinin gâlip geleceğinin en büyük şâhidi ise Allah Teâlâ’dır. Misal ahlâk, yaşayış, bildiri ve cihâdlarıyla İslâm’ı bütün dinlere üstün kılacak kutlu nesillerin hangi üstün özelliklerle bezenmiş olmaları gerektiğine gelince:

29. Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunan mü’­minler kâfirlere karşısında çok sert ve tavizsiz, kendi arasında gâyet merhametlidirler. Onları görürsün; cemaatle rükû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve hoşnutluğunu ararlar. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçilerin böylece hoşuna gider. İşte Allah, her devirde böylesine kuvvetli ve dayanıklı mü’minler yetiştirerek, onlar sâyesinde, mazlumlara kan kusturan kâfirleri öfkelendirip çileden çıkarır. Allah, bunlar arasından iman edip sâlih ameller yapanlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat va‘detmektedir.

Burada, Allah Rasûlü (s.a.v.)’in beraberinde bulunan ve Kur’an’ın beyânıyla örnek mü’min bir cemaat olan ashâb-ı kirâmın önde gelen vasıfları tablolar hâlinde beyân edilir. Birincisi; kâfirlere karşı sert ve tavizsizdirler. اَلشَّد۪يدُ (şedîd); dinç, adaleli, gözü kara kimse anlamına kazanç. اَلأشِدَّاءُ (eşiddâ) onun çoğuludur. bununla beraber kendi değerlerine bağlı olup onlardan asla taviz vermeyen kimse mânasına da kullanılır. Sahâbenin kâfirlere aleyhinde sert olması, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, içten ve uyumlu hayatları nedeniyle kâfirlerin onlara kolay basit baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları herhangi bir fayda karşılığında satın alamamaları, kolay bir lokma hâlinde dişleri arasında öğüte­memeleridir. Onların sertliği, rahmeti, sevgisi ve öfkesi şahsi, maddî maksatlardan nedeniyle değil, Allah ve Rasûlü’nün rızâsı içindir. Onların şiddeti ve öfkesi, küfre ve isyânadır. Muhabbetleri de iman ve imanın gereklerini yerine getirmeye yöneliktir.

İkincisi; ashâb-ı kirâmın, mü’minler olarak kendi aralarındaki ilişkiler dostâne ve acınacak şey üzere kurulmuştur. Kâfirlere karşısında sergiledikleri güç ve celadetten, hiddet ve kızgınlıktan, haşinlik ve kabalıktan hiçbir eser kalmamıştır. Bu gibi vasıfların, yerlerini bütün olarak engin bir merhamete, şefkate, yumuşaklığa, sevgiye, nezâkete, anlayış ve güzel görüye terk ettiği görülür.

Üçüncüsü; onları hep rükû ve secde hâlinde görürsün. Cemaat olarak sürekli rükû ve secde hâlindeler. Ne süre bakarsak bakalım onları defalarca bu hâlde görürüz. Zira rükû ve secde hâli, kulluk durumu olarak mü’minlerin ruhunda yer eden en köklü bir haldir. Yani onlar tüm vakitlerini her zaman kulluk şuuru içinde geçiriyorlar. Her nefeste ruhları, Allah huzurunda rukû ve secde hâlinde bulunuyor. Dış dış görünüş itibariyle insanlık gereği aralıksız rükû ve secde hâlinde katılmak noktasında bazı kesintiler olsa da, özleri ve ruhları itibariyle katiyen kesinti olmamaktadır.

Dördüncüsü; onlar, dâimî olarak Allah’ın lutuf ve rızâsını ararlar. Bu tablo onların ruhlarının derinliliğini, iç dünyalarının enginlik ve zenginliğini gözler önüne sermektedir. Kesintisiz Allah’ın lutfunu ve rızâsını istek etmektedirler. Kalpleri ve zihinlerini hep bu us meşgul etmekte ve yaptıkları her işte bu gâyeyi gözetmektedirler. Tüm hayatlarını Allah için ve O’nun rızâsını için yaşama gayreti içindeler. Bunun ötesinde düşündükleri ve meşgul oldukları başka hedefleri bulunmamaktadır. (bk. Tevbe 9/72) Beşincisi; onların alâmeti, yüzlerindeki secde izidir. Her birinin yüzleri pırıl pırıldır, aydınlıktır. Bu sîmaları bu denli parlatan, Allah için yaptıkları secdeler, kıldıkları namazlar, ettikleri arkadaşça kulluklardır. İbâdet hâli onların her taraflarını bürümüş, onlara derin bir huşû ve huzû, tevâ­zu, sâfiyet, duruluk, kolaylık ve sükûn hâli kazandırmıştır. Burada “secde izi”nden kasdedilen, secde etmeden dolayı yüzde beliren çizgiler değil, ibâdetin insan ruhunda bıraktığı derin tesirdir.

İbâdetin canlı, tatlı ve şirin hazzı onların simalarından okunur. Onların yüzünde Allah’a huşû ile ibâdet etmenin eseri olarak faziletle doymuş bir alçakgönüllü, bir nûraniyet vardır. Kibir, gurur yoktur. Burada bilhassa secde lafzı seçilmiştir. Çünkü secde, insanın Allah’a yaptığı ibâdetin, huşû ve huzû hâlinin en şeklini ifade eder. Altıncısı; onlar yetiştirilmiş ekin gibidirler. Gövdesi sağlam, yan yatmamış, eğilmemiş, tepede olan ve sürükleyici, baskı doymuş bir ekin. İşte Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbı böyle güzel, mükemmel, muntazam hoş bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Rasûlullah (s.a.v.)’in feyzi, ahlâkı, tâlim ve terbiyesi ile ümmetine ayrıca rûhen hem de cismen verilen hayatî nizam ve neşenin bir ifadesi vardır.

Zemahşerî şöyle der: “Bu Allah Teâlâ’nın İslâm milletinin başlayışı ve gelişip çoğalma şekli ile ilgili verdiği bir misâldir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v.) yalnız olarak işe başladı. Daha Sonra Allah Teâlâ onu, ekinin ilk çimi kendinden doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, beraberindeki mü’minlerle güçlendirdi. Buna tarafından ekin Peygamberimiz, ondan çıkan filizler de ashâb-ı kirâmdır. Dolayısıyla bu, Peygamberimizle beraber ashâbının temsilidir.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 10)

Allah Teâlâ, Peygamberine başı da sonu da bağışlanma ve nimet müjdeleyen Fetih sûresiyle böyle açık, aydınlık ve bundan itibaren meydana gelecek nice fetihlerin anahtarı mevkiinde bir fetih bahşetmiştir. Fetih sûresinin sonu ise bilhassa tâlim ve terbiyenin, ahenk ve intizâmın önemine göze çarpan etmektedir. Dolayısıyla bu edep ve intizâmın üzerine insanın yürek ve ruh âleminin nezaket edilip orada zorunlu düzenlemelerin tamamlanması istikâmetinde Hucurât sûresi başlayacaktır.

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/fetih-suresi-oku-fetih-suresi-turkce-fetih-suresi-meali.html