Cılız ve fakir Müslümanların ahiretteki durumu nasıl olacak? Cılız ve yoksul Müslümanlar ile ilgili ayet ve hadisler.

Çelimsiz Müslümanlar, fakirler ve adı sanı anılmayanların değeri ile ilgili ayet ve hadisler...

ZAYIF VE FAKİR MÜSLÜMANLARIN DEĞERİ İLE İLGİLİ AYET

“Sabahleyin Akşam Rablerine Dua Ederek O’nun Rızasını Kazanmaya Çalışanlarla Beraber Sıkıntılara Karşısında Dayan” Ayeti

“Sabah akşam Rablerine dua ederek O’nun rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşısında dayan. Gözlerini onlardan ayırma.” (Kehf sûresi, 28)

Peygamber Efendimiz’in fakir ve öksüz Müslümanlarla beraber oturup kalkması, Mekke’nin kendini beğenmiş zenginlerinin canını sıkıyordu. Onlara tarafından fakirler ayrı bir sınıftı. Böyle olduğu için de herkesin kendine denk olanlarla beraber oturup kalkması gerektiğini düşünüyorlardı.

Bu müşrikler bir takım konuları görüşmek üzere Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında geldiklerinde, Habbâb İbni Eret, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî gibi kölelerin ve öteki yoksulların, en azından kendileri gidene kadar dışarı çıkmalarını istediler. Bunun üzerine, yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem’ine hitâben, sen o adamların dediklerine bakma. Sabah akşam yalnızca Rablerinin rızâsını kazanmak için ibadet edip duran o fakir, fakat cana yakın müslümanları, kâfirlerin sözüne bakarak yanından kovma. Allah’ın kendilerinden râzı olduğu insanlar bu yoksul ve yetim mü’minlerdir. Sen daima onlarla birlikte olmaya bak. Malına, mülküne güvenip şımaran o adamları galip gelmek pahasına da olsa, yoksul müslümanları gücendirme, buyurdu.

GÜÇSÜZ VE FAKİR MÜSLÜMANLARIN DEĞERİ İLE İLGİLİ HADİSLER

“Size Cennetlikleri Bildireyim mi?” Hadisi

Hârise İbni Vehb radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim dedi:

“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar keza cılız oldukları ayrıca de millet göre güçsüz görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve lakin şöyle olacak diye ant etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir.

Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47. Ayrıca bk. Tirmizî, Cehennem 13; İbni Mâce, Zühd 4)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

İnsanları dış görünüşleriyle ele almak, onları giyimlerine kuşamlarına göre ölçmek bizim en cılız yanlarımızdan biridir. Hadîs-i şerîf bu nesil değerlendirmelerin ne dek hatalı ve aldatıcı olduğuna, insanları kabuğa ve kalıba göre yok, kalb ve gönül zenginliklerine kadar değerlendirmenin gereğine sinyâl etmektedir.

En kıymetli incilerin mütevazi istiridye kabukları içinde yattığı gibi, sâde ve basit kıyafetler içinde ne cevherler yatar fakat mâlum alışkanlığımız sebebiyle biz onların haberdar olmayız.

İbrahim Hakkı Erzurûmî  hazretlerinin dediği gibi:

Harâbât ehline hor bakma, Şâkir

Defîneye mâlik vîrâneler var

Göz ucuyla bakıp geçtiğimiz veya bakmaya değer bulmadığımız niceleri, eli öpülecek insanlardır. Onlar Allah katında öyle hatırlı kişilerdir ki, “Vallahi bu meslek şöyle olacak” diye ant etseler, Allah Teâlâ onların yeminini yerine getirir. Kur’ân-ı Kerîm, “Biz o ülkedeki ciliz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler seviyesine çıkarmak ve onları ötekilerin yerine varis kılmak istiyorduk” (Kasas sûresi, 5) şeklindeki âyet-i kerîmelerle, Cenâb-ı Hakk’ın dâima bu nevi insanların yanında olduğunu ve onları dinç zorbalara karşısında koruduğunu anlatır.

Halkımızın Veysel Karânî diye bildiği Üveysü’l-Karenî’nin, “tâbiîn neslinin en hayırlısı olduğunu” söyleyen Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e ve öteki sahâbîlere onun hakkında bir tavsiyede bulunmuş ve:

“Üveys bir şey hakkında Allah’a yemin edecek olsa, belirli Allah onun yeminini yerine getirir, duasını kabul eder. Duası makbul bir zât olduğu için, eğer kendinize dua ve istiğfâr ettirebilirseniz ettirin” buyurmuş ve görmediği Üveys’in başlıca özelliklerini söyleyerek onu tanıtmıştı. (Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 224)

Peygamber Efendimiz’in vefatından daha sonra Üveys Medine’ye gelince, Hz. Ömer Resûlullah’ın bu kara sevdâlı âşığını bulmuş, Efendimiz’in sözlerini ona nakletmiş ve kendisine dua ettirmişti. sonradan da kendisi hakkında Kûfe valisine bir tavsiye mektubu yazmayı öneri ettiği halde Üveys buna yanaşmamış, onu mükemmel tanıyan birinin söylediği üzere, kuru bakır bütün takır evine sessiz sedâsız dönüp gitmişti. Bir zaman daha sonra millet onun ne büyük biri olduğunu anlayınca, Üveys memleketini bırakıp meçhul bir diyarın yolunu tutmuştu.

Hadîs-i şerîfte “şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği” söylenen bu kimseler, Allah rızasından başka bir şey düşünmeyen, gösterişe hiç değerinde vermeyen kimselerdir. Dağınık hâllerine bakıp da onları küçümsemeye kalkanlar yanılır ve aldanırlar. Zira bu Allah dostları “Takvâ elbisesi daha hayırlıdır” (Arâf sûresi, 26) âyet-i kerîmesini kendilerine düstur edinmişlerdir.

Hadîs-i şerîfte sözü edilen cehennemliklere gelince, onlar bu mütevâzi insanların tersine, kendini beğenmiş, soylu davranış taslayan kimselerdir. Yemek içmekten başka düşünceleri yoktur. Ellerine geçen malın nereden geldiğine bakmazlar. “Haram helâl ver Allahım / Çoluk çocuk yer Allahım” zihniyetine sahip olan zâlim ve katı insanlardır. Çalımlı tavırları, kurumlu yürüyüşleri ile kendilerini kabul ettirmek ve saygı toplamak isterler. Bunların Allah katında beş paralık değeri yoktur. Zira Allah Teâlâ “soylu davranış taslayanları sevmez.” (Nahl sûresi, 23)

İşin garibi ve üzücü yanı şudur fakat, bu kendini beğenmiş adamlar, ilâhî gazaba maksat olan davranışları yüzünden cehenneme doğru gittiklerinin farkında bile değildirler.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Cennetliklerin ve cehennemliklerin ayrı ayrı özellikleri vardır. Allah Teâlâ sevdiği kullarının isteklerini geri çevirmez. Müslümanlara karşısında son derece mütevâzi elde etmek, gönüllerini hiçbir şekilde incitmemek gerekir. Gurur, gurur ve kendini beğenme, cehennemliklerin özellikleridir. Allah Teâlâ bu huylara sahip olanları sevmez.

“Bu Sonuncu Adam, Öbür Gibi Dünya Dolusu Adamdan Daha Hayırlıdır” Hadisi

Ebü’l-Abbas Sehl İbni Sad es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir gün Hz. Peygamber’in yanından bir adam geçti. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanına oturan kimseye:

- “Şu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O da:

- Bu zât ileri gelen hatırlı kişilerden biridir. Vallahi böyle bir adam bir kıza tâlip olsa evlendirilmeye, birine arabuluculuk yapsa sözü dinlenmeye lâyıktır, diye yanıt verdi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şey söylemedi.

Daha Sonra oradan biri daha geçti. Peygamber aleyhisselâm tekrar yanında oturana:

- “Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. Bu defa o zât:

- Yâ Resûlallah! Bu adam yoksul Müslümanlardan biridir. Bir kıza tâlip olsa, istediği kız verilmez. Birine aracılık etse, ricası kabul edilmez. Konuşmaya kalksa, sözü dinlenmez, dedi.

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- “Bu sonuncu adam, öbür gibi dünya dolusu adamdan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Nikâh 15, Rikak 16. Hadis Müslim’de yoktur. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 5)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Bu hadîs-i şerîfte itibarlı ve hatırlı olmanın zenginlik ve fakirlikle ilgisi ele alınmakta ve insanların değerinde ölçülerinden biri sergilenmektedir. Birçok kimseye göre bedel ve itibarın ölçüsü, varlık ve zenginliktir.

Şunu ilk önce belirtelim fakat, bu hadiste Efendimiz’in sorularına cevap veren kimsenin yaptığı gibi, zenginin fakirden üstün olduğunu, bir genelleştirme yaparak bildirmek dürüst değildir. Çünkü zenginlik ve yoksulluk Allah Teâlâ’nın bizi denemek için kullandığı birer imtihan aracıdır. Sahip oldukları maddî imkân sebebiyle zenginlerin Allah’a şükredip etmemesi nasıl bir sınav ise, fakirlerin yoksulluğa sabredip etmemesi de aynı derecede ve aynı ağırlıkta bir imtihandır. Herkesin bir imtihana tâbi tutulduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:

“Biz yeryüzündeki her şeyi yer için bir süs yaptık ama insanları deneyelim. Bakalım hangisi en hoş işleri yapacak.” (Kehf sûresi, 7)

“Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de sınav ederiz.” (Enbiyâ sûresi, 35)

Çağrıda Bulunmak ancak hayır ve şer, zenginlik ve yoksulluk birer sınav aracıdır. Peygamber Efendimiz’in “keza fakirlik fitnesinin, keza zenginlik fitnesinin şerrinden Allah’a sığınması” (Buhârî, Daavât 45), her ikisinin de birer sınav arabulucu olduğunu elbette göstermektedir.

Resûl-i Muhterem Efendimiz muhtelif hadislerinde, yerli uygun kullanılmak şartıyla maddî zenginliğin iyiliğini belirtmiştir:

Amr İbni Âs’a “İyi bir kimsenin elinde iyiye kullanılan mal ne iyidir” buyurmuştur. (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 197, 202)

Sab İbni Ebû Vakkâs’a:

“Mirasçılarını zengin ele vermek, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır” buyurmuştur. (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet 5).

Ebû Zer el-Gıfârî’ye:

“Varlıklılar kıyamet gününde yoksul kalacaktır. Fakat Allah Teâlâ’nın verdiği malı dört bir yandan dağıtan ve o malla iyi işler yapanlar fakir kalmayacaklardır” buyurmuştur. (Buhârî, Rikak 13)

Zenginliğin lehinde daha başka hadîs-i şerîfler de vardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz maddî zenginlikten fazla mânevî zenginliği tavsiye etmiş ve bunu:

“Zenginlik mal mal ile değildir. Ana zenginlik gönül zenginliğidir” diye ifade buyurmuştur. (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120) Gönlü zengin olmayan kimse, maddî bakımdan ne değin varlıklı olursa olsun, onun hiçbir değeri yoktur. Böyle bir gönül fakirinin elindeki mal varlığı, onu Allah’a yaklaştırmak yerine, gitgide uzaklaştırır. Böylesi mânevî fakirlerden ve onlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir.

Cümbür Cemaat dünyaya sınav edilmeye getirildiğine göre, insanın gayesi bu imtihanı kazanmak olmalıdır. Bunun yolu da dünyaya gönül bağlamamak, dünya malının esiri olmamak ve ona gönlünü kaptırmamaktır.

Peygamber Efendimiz’in dünyaya bağlanmama konusundaki bu kabil buyruklarına bakarak onun fakirliği zenginliğe tercih ettiği sanılmamalıdır. Maddî fakirliği Resûl-i Ekrem Efendimiz hiçbir zaman istek etmemiştir. Tam aksine “her şeyi unutturan yoksulluk ile insanı azdıran zenginlik” karşı kurnaz olmayı öğüt etmiştir. (Tirmizî, Zühd 3) Zira Allah’ı unutturup isyan ettiren yoksulluk ile insanı azdırıp günah bataklığına düşüren zenginlik aynı derecede tehlikelidir.

 Sünen-i Tirmizî’de geçen:

“Allahım beni ağırkanlı olarak dirilt, miskin olarak öldür” hadisine bakarak Hz. Peygamber’in fakirliği zenginliğe seçim ettiğini sananlar olmuştur. Bu kanaat yanlıştır. Zaten ona nisbet edilen bu hadis de zayıftır. (Fethü’l-bârî, XI, 279, Rikak 16) Hayatının ilk dönemlerinde yoksul olan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmiyet’in hızla yayılıp düşmanlarını birer birer mısra getirmesi üstüne zengin olmuştur. Fakat o zenginliği mal biriktirmek yok, elindeki serveti muhtaçlara dağıtmak şeklinde anlamış, böylece yapmış, sâde ve mütevâzi bir hayat sürmeyi seçim etmiştir. “Allahım! Muhammed ailesine, ancak yetecek değin rızık ver!” diye dua etmiştir. (Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 19) Onun yumuşak baktığı yokluk, işte böyle bir fakirliktir. Yoksul olmayı, ona buna avuç açmayı hiçbir zaman istememiş, böyle olmaktan Allah’a sığınmıştır. Elinde olan maddî imkânı Allah’ın gösterdiği yerlere harcayan, ailesinin ihtiyaçlarına yetecek kadar dünyalığa râzı olan kimse, ideal bir hayat tarzına sahiptir. Hz. Peygamber’in yaptığı da budur.

Bütün varlıkların Allah’a yoksul olması anlamında bir sefalet daha vardır. Böylesi fakirlik, yaratılmışların  ayrılmaz birer özelliğidir. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilir:

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise, kimseye ihtiyacı bulunmayan ve övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır sûresi, 15)

Sonuç Olarak şunu söyleyelim:

İlk plânda zengini fakire veya fakiri zengine yeğlemek mümkün değildir. Konuya genellikle bakıldığında, malını Allah yolunda harcayan zengini, daha fazla sevap kazanacağı için fakire üstün yetişmek gerekecektir. Lakin mutasavvıfların çoğunluğu, yokluklara göğüs germek suretiyle nefsini fena hâllerden arıtan sabırlı fakiri zengine tercih etmişlerdir. Tokgözlü bir fakirin pinti bir zenginden kat kat üstün olduğunda kesin olmama yoktur. Lakin dünya varlığının kendisini şımartmadığı bir varlıklı, yaptığı hayırların yanısıra, kötü hâllerden temizlenmek için de üstün gayret sarfetmişse, onun daha üstün olacağı şüphesizdir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Yoksul oldukları gerekçesiyle fakirleri hor görmek doğru değildir. Allah’ın rızasını kazanmış bir yoksul, Allah yolundan uzakta duran milyarlarca zenginden daha üstündür. Bir insanın değeri, soyu sopuyla, sahip olduğu makam ve mevki ile ölçülemez. İnsanı değerli kılan, Allah’a karşı beslediği üstün saygıdır, takvâdır. Evlenirken erkekte ve kadında dindarlık aranmalıdır. Geçici olan maddî zenginlik manâlı değildir.

Cennet ile Cehennemin Arasında Tartışma Etmesi ile İlgili Hadis

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cennet ile cehennem münakaşa ettiler.

Cehennem:

- Bende zorbalar ve kibirliler var, dedi.

Cennet:

- Bende yalnız zayıflar ve yoksullar var, dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ onların çekişmesini şöyle halletti:

- Ey cennet! Sen benim rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim. Ey cehennem! Sen de benim azâbımsın. Dilediğime seninle azâb ederim. Ben her ikinizi de dolduracağım.” (Müslim, Cennet 34; Buhârî, Tefsîru sûre (50), 1, Tevhîd 25. Ayrıca bk. Tirmizî, Cennet 22)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hadisimizde cennet ile cehennemin birbiriyle çekiştiğinden laf edilmektedir. Bu atışma, kendisinin daha çok işe yaradığını ve ötekinden daha makbul olduğunu ileri sürmekten ibarettir. Cehennem, kötüleri cezalandırmakla, cennet ise halkın hor gördüğü kimseleri barındırmakla onur etmiştir.

Hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde, cennetle cehennemin konuşması birazcık daha ayrı şekildedir. Buna göre cehennem kibirli ve acımasız adamlara devir olunduğunu söyleyince, cennet buna şaşma etmiş, kendisine halkın sadece zayıfları ile horgörülen kesiminin geldiğini belirtmiştir.

Allah Teâlâ verdiği cevapla her ikisini de yatıştırmış, birine rahmetinin, ötekine de azâbının tecelli ettiği yer olduğunu söylemiş ve bu nedenle menfaat iddiasının doğru olmadığını belirtmiştir.

Âyetlerden ve diğer hadislerden bildiğimize tarafından, cennete ve cehenneme girecek olanlar, sadece bu gruplardan ibaret değildir. Kibirli ve zâlim olanlar, cehennem halkının çoğunluğunu meydana getireceği için özellikle onların adı verilmiştir. Çelimsiz, ezilen, horlanan ve kendilerine bedel verilmeyen kimseler de cennetliklerin çoğunluğunu meydana getireceklerdir.

Cennet ile cehennemin görüşüp konuşmasını aklın kabul edemeyeceği düşüncesiyle hadîs-i şerîfi yadırgayanlar olabilir. Böyle düşünenlere, bu anlatım tarzının bir temsilcilik olduğunu söyleyerek yanıt saptamak mümkündür. Ama bir mü’min için şöyle düşünmek daha uygun olur:

Biz yalnızca ahali âlemi hakkında hafıza ve kanaat sahibiyiz. Hayvanlar, bitki örtüsü ve cansız olduğunu söylediğimiz diğer varlıklar hakkında bilgi sahibi değiliz. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de onların da bir ibadeti ve bir tesbihi olduğu, onların da Allah Teâlâ’dan korktuğu belirtilmektedir:

“Yedi gök ile yeryüzü ve bunların tüm içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu iltifat ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var fakat siz onların tesbihini anlamazsınız.” (İsrâ sûresi, 44)

“Pek taşlar vardır oysa, Allah korkusundan düşüp yuvarlanır.” (Bakara sûresi, 74)

 Hakiki böyle olmakla beraber biz onların ne ibadetleri, ne de Allah’dan nasıl korktukları hakkında en minik bilgiye sahip değiliz. Bu sebeple cennetle cehennemin konuşmalarını muhtemel görmeyerek kabul etmemek akla, ilme ve dinî esaslara uygun değildir.

Cehennemin konuştuğu, Kur’ân-ı Kerîm’de bir diğer münasebetle geçmektedir. Günahkârlar cehenneme atıldığında Allah Teâlâ azâbının tecelli ettiği bu yere:

- Doldun mu? diye soracak, o da:

- Daha var mı? diye cevap verecektir (Kaf sûresi, 30)

Hadisten Öğrendiklerimiz

Cennet ve cehennemin konuşması mecâzî olabilir. Ama Allah Teâlâ müsade verince, birbiriyle gerçekte konuşmuş olabilirler. Cennet hor ve hakir görülerek itilip kakılan ve ezilen çaresiz mü’minlerin ağırlanacağı bir yerdir. Cehennem insanlara haksızlık ederek onları ezen zalimler ile burnu Kaf Dağı’nda olan kibirlilerin yeridir. İyi ile kötü, içten ile yanlış insana bildirilmiştir. İyi ile doğruyu seçim eden kimse kendi seçimiyle cennete, fena ile yanlışı tercih eden kimse de yine kendi seçimiyle cehenneme gidecektir.

“Onun Allah Yanına Sinek Kanadı Dek Bile Değeri Yoktur” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den söylenti edildiğine tarafından Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kıyamet günü, dünyada büyük diye belli iriyarı bir adam çıkagelir. Halbuki onun Allah yanında sinek kanadı kadar bile değeri yoktur.” (Buhârî, Tefsîru sûre (18), 6; Müslim, Münâfikûn 18)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Allah Teâlâ’nın değerinde ölçüsüyle insanların değer ölçüsü fazla farklıdır. Kılığı kıyafeti yerinde olan bir kimse, üzerimizde iyi etki bırakabilir. Halbuki Cenâb-ı Yargı bizim yüzümüzün güzelliğine, boyumuzun posumuzun endamlı oluşuna göre yok, kalblerimizin pak ve düzgün, ibadetlerimizin oluşuna tarafından değerinde vermektedir. Bizim ölçülerimizin yanlış olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“Onları gördüğün süre iriyarı cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar tıpatıp elbise giymiş kütükler gibidir.” (Münâfikûn sûresi, 4)

Demekki bizim ölçülerimiz görünüşü başlıca aldığı, mânaya ve öze dayanmadığı için sağlam değildir. Bizim gözümüzü kamaştıran makam ve şöhret, idrâkimizi yanıltan kocaman göbekli bir vücut, ilâhî terazide sinek kanadından daha hafif ve değersizdir. Şu hâlde insanları değerlendirirken şekle, görüntüye, makam ve mevkiye değil, davranışların, fiil ve hareketlerin dürüstlüğüne, dinimizin ortaya koyduğu ölçülere uyup uymadığına bakmamız gerekecektir.

Yaldızlı sözler, câzip konuşmalar da bizi yanıltan hususlardan biridir. Yapmadıklarını söyleyen, hatta inanmadıkları bazı değerleri benimsiyormuş gibi konuşan ve bu nedenle insanları aldatan kimseler her devirde olagelmiştir. İnsanları yalnızca sözlerine bakarak değerlendirmeye kalkarsak yanılabiliriz. Esas bakmamız gereken, insanların yaşam tarzları ve ahlâkî davranışlarıdır.

Izdivaç meselesi de yanıldığımız sâhalardan biridir. İnsanları değer biçme ölçümüz hatalı olduğu için bu konuda çoğu zaman hatalı karar veririz. Evlilik konusundaki isteğini değerlendireceğimiz kimsede herşeyden önce İslâmî bir kişilik ve ağırbaşlılık aramalıyız. Allah korkusundan mahrum birinin varlıklı olmasına ya da ünlü bir aileden gelmesine hiç önem vermemeliyiz.

Yaygın zaaflarımızdan biri de, değerli bir sözü hep şöhret ve itibar sahibi kimselerden beklemektir. Böyle yapacağımıza, sözün kalitesine baksak, bir değerinde açıklama edip etmediğini araştırsak daha isabetli davranmış oluruz. Her iyi ve değerli şeyi ünlü kimselerde, zengin ve varlıklı insanlarda aramaya kalkarsak Câhiliye devri halkının derekesine düşmüş oluruz. Onlar Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem Efendimiz’i peygamber seçmesini dürüst bulmuyor ve:

“Bu Kur’ân, Mekke ve Tâif gibi iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli yok miydi?” (Zuhruf sûresi, 31) diye itiraz ediyorlardı. Zira onlar büyüklüğü şöhrette ve zenginlikte arıyorlardı.

Hoş dinimiz ne fakiri zenginden, ne de zengini fakirden üstün tutar. Avantaj ölçüsünü Kur’ân-ı Kerîm şöyle ortaya koymuştur:

“Allah katında en değerliniz, ona karşı gelmekten en fazla sakınanlarınızdır” (Hucurât sûresi, 13)

Mukaddes kitabımız zengin yoksul ayırımı yapmamıştır. Zenginlik laf dinlemeyen, kolay kolay yola gelmeyen bir cet benzetilirse, yokluk de benzer şekilde inatçı bir at sayılabilir. Onun da üstünde durmak cesaret ve mahâret ister. Yerine tarafından yokluk, insanı baştan çıkaran zenginlikten, zenginlik de insanı Allah’a isyan ettiren fakirlikten daha hayırlıdır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

İnsanların değerinde ölçüsü sağlam esaslara dayanmadığı için birçok zaman yanıltıcıdır. Allah Teâlâ insanı görünüşüne tarafından yok, dînî yaşayışına bakarak değerlendirir.

“Bu Kabirler Orada Yatanlar İçin Zifirî Karanlıktır” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, siyah bir kadın -veya siyah bir genç- Mescid-i Nebevî’yi süpürürdü. Bir ara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o kadını -ya da genci- göremeyince onun nerede olduğunu sordu.

- Öldü, dediler. Hz. Peygamber:

- “Bana haber verseydiniz ya!” buyurdu. Sahâbîler o kadını -ya da genci- önemsememişlerdi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem sözüne devamla “Bana mezarını gösterin” buyurdu. Mezarını gösterdiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun cenaze namazını kıldıktan sonra şöyle buyurdu:

“Bu kabirler orada yatanlar için zifirî karanlıktır. Üzerlerine kılacağım namaz sebebiyle Allah Teâlâ onların kabirlerini aydınlatır.” (Buhârî, Salât 72, Cenâiz 67; Müslim, Cenâiz 71. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 57; İbni Mâce, Cenâiz 32)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Fazla hoş bir atasözümüz var: “Her geceyi kadir bil, her geçeni hızır bil.”

Kimseyi küçümsemeden herkese saygıyla bakmayı nasihat eden bu atalar öğüdü, insana insan olduğu için layık saptamak gerektiğini ortaya koyar. Zira insanları kendi peşin hükümlerimizle değerlendirmek çoğu vakit bizi yanıltır. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte ashâb-ı kirâmın bile böyle bir değer biçme sonucu yanıldıklarını görüyoruz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh bu hâli “Sahâbîler o kadını -veya genci- önemsememişlerdi” diye anlatmaktadır.

Hadisimizde kendisinden bahsedilen bayan, Ümmü Mihcen adında, bizim Arap bacılarımıza eş değerli bir insandı. Rivayetlerin çoğu böyledir. Ama bazı rivayetlerde bu zâtın siyah bir genç olduğu belirtildiği için iki ihtimâl de bahis konusu edilmiştir.

Ona neden bedel verilmemişti?

Önce rengi, sonradan da yaptığı meslek sebebiyle. Yaptığı iş, mescidi süpürmekten ibaretti. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ona değerinde vererek önemli bir insan olduğunu göstermesi, yaptığı işin de kıymetli olduğunu belirtmektedir. Kim bilir şayet de o hanım bu üstün dereceyi, Mescid-i Nebevî’yi süpürdüğü için elde etmiştir.

Hadisimizin idareci olanlara keza bir mesajı var: İdaresi aşağı farklı alanlara yönlendirilmiş insanlar bulunan bir kimse, tıpkı Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yaptığı gibi, kayda değer değersiz demeden, tüm personeli ile ilgilenmeli, problemlerini öğrenip yaralarına merhem olmaya çalışmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in kabirler hakkında söyledikleri de bizi düşündürmelidir. Jurnal hayatımızdan biliriz ama, bir iki saat elektrik kesilmesi bile bizi üzer, canımızı sıkar. O sırada ele geçirdiğimiz mum ışığı bile çoğumuzu memnun etmez; daha bol ışık isteriz. Halbuki bizim yarınki evimiz, kaçıp kurtulma imkânı bulunmayan o son durağımız, Efendimiz’in ifadesiyle, “Orada yatanlar için zifirî karanlıktır.” Âyetlerin ve hadislerin bize haber verdiğine göre, kabrin o zifirî karanlığını aydınlatacak ışığı insan buradan götürür.

Kış ayları yaklaşmadan yakacak tedârikine, yiyecek içecek teminine çalışırız. Hiç birimiz “Şayet bu sene kış üç ay geç gelir” diye düşünmeyiz. Kışın mutlaka geleceği nasıl bir gerçekse, ölümün er geç yakamıza yapışacağı da şaşmaz bir gerçektir. Diğer Taraftan vefat gerçeği kış mevsimi gibi de değildir. O birçok süre habersiz kazanç. Geleceğini soğuk bir rüzgârla olsun duyurmaz. Âniden kapımızı çalar ve karşımıza dikiliverir. Bugüne değin birine mühlet verdiği de duyulmamıştır.

İşte bu sebeple ölümü tabiî karşılamak ve ona her zaman tedbirli edinmek gerekir.

Hadisimizde cenaze namazına dair bilgiler de bulunmaktadır. Buna tarafından, Cenaze namazı kılınmadan defnedilen kimsenin kabri başında sonradan cenaze namazı kılınabilir.

Cenaze namazı kılındıktan sonra defnedilen bir kimsenin kabri başında her tarafta cenaze namazı kılınabilir mi? Bu konu tartışmalıdır. Kısaca belirlemek icabında İmam Şâfi ve Ahmed İbni Hanbel’e kadar bitmiş kılınabilir. Hanefîlere ve Mâlikîlere tarafından ise cenaze namazı bir kere kılındıktan daha sonra yeniden kılınmaz. Resûlullah Efendimiz’in kılmasına gelince, kılacağı namazın kabirleri aydınlatması özelliği Allah kadar yalnızca ona verilmiştir. Başkasının böyle bir yetkisi yoktur. Ayrıca farzlar yalnızca bir defa yapılır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Hiç kimseyi minik görmemeli, herkese değer vermelidir. Kendileriyle bir arada yaşanılan kimseler aranıp sorulmalıdır. İyi insanların cenaze namazını kılmaya çalışmalıdır. Mescidleri pak yetişmek, onların temizliği ile meşgul olmak Allah katında kıymetli bir iştir. Hz. Peygamber’in -benzeri olaylarda da görüldüğü gibi- kabirdekilere şefaat ettiği bilinmektedir.

“Saçı Başı Dağınık, Eli Yüzü Tozlu, Kapılardan Koğulmuş Öyleleri Vardır fakat” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyledi:

“Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan koğulmuş öyleleri vardır fakat bu şöyle olacak diye ant etseler, Allah onların dediğini yapar.” (Müslim, Birr 138, Cennet 48)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Görünüşe, kılık kıyafete öyle önem veririz. İnsânî değerlerden mahrum basit kimseler, sürükleyici kıyafetleriyle üzerimizde iyi bir tesir bırakarak bizi kandırabilirler. Merhum Nasreddin Öğretmen’nın “Ye kürküm ye!” diye muhabere ettiği, bizim bu sakat ölçümüzdür.

İyi insanlar ve Allah katında kıymetli kimseler ise, görünüşlerini düzeltmeye yok, gönül dünyasını aydınlatmaya, iyi bir müslüman olmaya ağırlık verirler. Allah adı anılınca içtenlikle titreyen bir kalbe sahip almak isterler. Kabuktan fazla, onun içindeki öze bakarlar. Bu sebeple de insanın hasını bulma konusunda yanılmazlar.

Maddî durumu iyi olmayanların arasında ırk, mânevî bakımdan yücelmiş kimseler vardır. Kıyafete tartı vermedikleri için ya da giyecek dürüst doğru elbiseleri bulunmadığı için pejmürde bir görünüme sahip olan bu insanlara birçokları değer vermez. Hatta onların kendilerine yaklaşmalarını, evlerine gelmelerini istemedikleri gibi, yüzlerine bakmaktan bile rahatsız olurlar. İnsanların yanında böylesine değersiz olan bu kimseler içinde Allah’ın veli kulları vardır. Allah Teâlâ onları fazla sever ve bir dediklerini iki etmez. Şayet onlar bir konu hakkında, bu meslek şöyle olsun diye Cenâb-ı Hakk’a niyaz etseler, Allah Teâlâ onların dileğini geri çevirmez.

İşte bu sebeple görünüşe aldanmamalıdır. İnsana insan olduğu için layık vermelidir. Basit ve önemsiz biriymiş gibi görünen kimselerin iyi birer insan olabileceği tekrar tekrar hesaba katılmalıdır.

bununla beraber saçı başı düzensiz, eli yüzü benekli herkesin mutlaka iyi insan olduğu da sanılmamalıdır. Varlıklı oldukları halde tenbellikleri sebebiyle veya zenginliklerini sır olarak saklamak düşüncesiyle fena giyinenler eksik değildir. Bizim hoş dinimiz, hâli vakti uygun olanların iyi giyinmelerini, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği maddî nimetleri üzerlerinde sergilemelerini arzu eder.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Allah Teâlâ görünüşe değil, gönül parlaklığına, tutum güzelliğine değer verir. Mülk mal, ata sop gibi geçici değerler, yalnız başına bir şey açıklama etmez. Önemli olan iyi bir kul olabilmektir. Kolay görünüşlü kimselerin arasında, Allah’ın değerinde verdiği iyi halk müziği bulunduğu unutulmamalıdır.

“Cennete Girenlerin Birçok Yoksullar, Cehenneme Girenlerin Çoğu da Kadınlardı” Hadisi

Üsâme radıyallahu anh’den rivayet edildiğine kadar Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

“Cennetin kapısında durup baktım. bir de gördüm oysa içeri girenlerin çoğu yoksullardı. Zenginler ise hesaplaşmak için alıkonulmuştu. Cehennemlik olduğu kesinleşenlerin de ateşe girmesi emrolunmuştu.

Cehennemin de kapısında durup baktım. üstelik gördüm ki cehenneme girenlerin çoğu kadınlardı.” (Buhârî, Rikak 51, Nikâh 87; Müslim, Zikir 93)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Peygamber Efendimiz, bu hadiste görüldüğü gibi, cennet ya da cehennem hayatına dair bilgiler vermiştir. Müstakbel hayatımıza dair bu enteresan bilgiler bizi şaşırtabilir ve “Resûl-i Ekrem’in bahsettiği bu olay ne süre oldu? Daha kıyamet kopmadı oysa! İnsanlar mahşerde toplanıp hesaba çekilmedi fakat!” diye düşünmeye sevkedebilir.

Şunu hiçbir süre unutmamak gerekir: Bize bu bilgileri veren bir peygamberdir. Hiç kimsenin sahip olamayacağı bilgi edinme yollarına ve imkânlarına sahiptir. Allah Teâlâ ile kendisi aralarında vahiy dediğimiz bir data ağı vardır. Bu suretle o, insanların ulaşamayacağı bilgilere kolaylıkla erişir. Mi’rac olayı üstünde dikkatle düşünülürse, Peygamber Efendimiz’in bu nevi bilgileri nasıl elde ettiği daha basit anlaşılabilir. İleride meydana gelecek olayları Peygamber’ine şimdiden kullanmak Allah Teâlâ için elbette bir problem değildir.

Hadîs-i şerîfin fakirlere verdiği müjde ne kadar sevindirici ve gönül okşayıcıdır!.. Yoksulluğun ateşten gömleğine katlanan, hâlinden şikayet etmediği gibi isyana da kalkışmayan gani gönüllü fukarâya ne mutlu!..

Yalnız müjdenin câzibesine kapılıp da eldeki sermayeyi büsbütün yele vermemek lâzım. Cennete girenlerin çoğunun yoksul olduğunu öğrendik. Ama bu koşul, dinimize kadar fakirliğin mutlak surette zenginlikten üstün olduğunu göstermez. İlâhî emirlere uymayan bir fakirin İslâm’da hiçbir değeri yoktur. Fakiri değerli kılan, hâline sabretmesidir; Allah’ın verdiğine şükretmesidir; ibadetlerini ve görevlerini yerli yerince yapmasıdır.

Zenginliğin de tıpatıp sefalet gibi bir sınav yolu olduğu unutulmamalıdır. Zenginlik birçok zaman insanları azdırır ve dinin tavsiye ettiği orta yoldan uzaklaştırır. Fakir yokluk çeker ama, zenginlerin düştüğü kötülüklerden, azıp sapmalardan da korunmuş olur. Bu sebeple yoksul, içinde bulunduğu durumun kendisi için daha bahtı açık olabileceğini düşünerek hâline şükretmelidir.

Hadisimizde fakirlere deniyor ama, belki hâline sabreder ve Allah’ın rızâsını kazanmaya gayret edersen, cenneti zenginlerden daha kolay kazanırsın. Gösterdiğin bu uysallığın, dayanma ve tahammülün mükâfatı olarak da onlardan önce cennete girersin...

Varlıklı Müslümanlara da birtakım görevler düşmektedir. Fakirlere kol kanat germek, yoksulluğun dehşet alevi ile daha artı kavrulmalarına meydan vermemek, fukaralığın sonucu olarak günah ve ayaklanma bataklığına yuvarlanmalarına önlemek bu görevlerin başlıcasıdır.

Aslına bakılırsa zenginin fakire yaptığı takviye, kendisine yaptığı yardım demektir. Çünkü zengin, yaptığı bu yardımla fakirin mânen dinç olan elinden tutmakta ve o dinç ellerin himmetiyle cennete dürüst uçup gitmektedir. Bu sebeple zengin fakire kol kanat gererken, onu, sâyesinde cennete varacağı ve Allah’ın rızâsını kazanacağı bir vesile olarak görmelidir. Zira yaşadıkları bölgede fakirler olmasaydı, zenginler zekâtlarını saptamak için kimbilir ne zorluklar çekeceklerdi! Diğer Taraftan insanlara yardım etmenin o hırslı zevkini tadamayacaklardı.

Hadîs-i şerîfte bir hususa daha dikkatimiz çekiliyor. Zenginler fakirlerle birlikte cennete giremeyeceklerdir. Zira onlar dünyada kolaylık içinde yaşamanın karşılığı olarak servetlerini nereden kazanıp nereye harcadıklarının hesabını vereceklerdir. Bu hesaptan daha sonra alnı ak olanlar cennete, olmayanlar ise cezalarını sürüklemek üzere cehenneme gideceklerdir. Tereddüd değil oysa, mahşerde hesaba çekilmek üzere ummak, hayâl bile edilemeyecek değin korkunç ve dayanılmaz bir işkencedir.

Bir hadîs-i şerîfte zenginlerin fakirlerden yarım gün daha sonra, yani dünya hesabıyla beş yüz yıl daha sonra cennete girebilecekleri bildiriliyor. (Tirmizî, Zühd 37) Belki insan sırf zenginliğinden nedeniyle hesap devretmek üzere fakirlerden beş yüz yıl daha sonra cennete girebilecekse, demekki zengin olmak pek imrenilecek bir şey değildir.

Bu hesabı yaparken bir hususu da gözden kaçırmamak gerekir. Hadiste “Cennet’e gireceklerin çoğu yoksul kişilerdir” buyuruluyor. Demekki cennete önce girenlerin çoğu fakirler olmakla beraber arasında zenginler de vardır. Bunlar şüphesiz mallarını yerli yerince harcayan, üzerlerinde Allah ve kul hakkı bırakmayan, servetini Allah yolunda harcamasını haberdar olan şuurlu zenginlerdir.

Hadîs-i şerîfte cehenneme girenlerin çoğunun kadınlar olduğu haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz bu durumu muhtelif hadislerinde açıklama etmiş, buna bahane olarak da bazan “Allah lânet etsin” diye çok beddua etmelerini, kocalarına aleyhinde saygılı davranmayıp onlarla iyi geçinmemelerini göstermiştir.

Bu uyarısıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz kadınları, laf ve davranışlarında daha itinalı olmaya, dînî görevlerini aksatmamaya ve kocalarıyla iyi geçinmeye teşvik etmiştir.

Güzelliğe, süse, zînete, daha iyi ve gizli yaşamaya kadınların meyli fazladır. Bunları temin etmek ise maddî imkâna bağlıdır. Bu nevi şeyleri bir gereksinim olarak gören ve kocalarını bunları elde etmeye zorlayan kadınlar, maddî durumu müsait olmayan eşlerini zor durumda bırakırlar; şikâyetleriyle onları rahatsız ederler. Kocaları da eşlerini sevindirmek için meşrû olmayan yollara sapabilir, hileli kazanç elde etmeye yönelebilirler. Böylesi kadınlar ayrıca kendi âhiretlerini hem de kocalarının ebedî saadetini tehlikeye düşürmüş olurlar. Bu hadisi 490 numarayla bitmiş okuyacağız.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz’e cenneti ve cehennemi göstermiş, o da bize cennet ve cehennem hakkında bazı bilgiler vermiştir. Cennetlikler, fakirler ile Allah’ın gösterdiği yolda gidenlerdir. Allah’a karşısında gelen, onun buyruklarına uymayan, kocalarına karşı nankörlük eden kadınlar cehennemliktir.

“Beşikteyken Konuşan Üç Birey” Hadisi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Beşikte sadece üç kişi konuştu. Bunlardan biri Meryem’in oğlu Hz. Îsâ, diğeri Cüreyc ile macerası olan çocuktur.

Cüreyc ibadete düşkün bir kimseydi. Bir mâbede yerleşip orada ibadet etmeye başladı. Birgün annesi geldi:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc kendi kendine: “Yâ Rabbî anneme cevap mı versem, yahut namazıma devam mı etsem” diye söylendi. Daha Sonra namazına devam etti. Annesi de dönüp gitti.

Ertesi gün annesi yine Cüreyc namaz kılarken geldi ve:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc tekrar kendi kendine: “Rabbim! Anneme mi cevap vermeliyim, yoksa namazıma mı devam etmeliyim” diye söylendi. Daha Sonra namazına devam etti. Bir gün daha sonra annesi tekrar Cüreyc namaz kılarken geldi ve:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc içinden: “Rabbim! Anneme cevap mı versem, yahut namazıma devam mı etsem” diye söylendi. Sonra da namazına devam etti.

Bunun üzerine annesi:

- Allahım! Fâhişelerin yüzüne bakmadan onun canını alma! diye beddua etti.

Birgün İsrailoğulları Cüreyc ve ibadete düşkünlüğü hakkında konuşuyorlardı. Güzelliği ile meşhur bir fâhişe de oradaydı:

- Eğer isterseniz ben onu yeniden çıkarabilirim, dedi. Süre kaybetmeden Cüreyc’in yanında gitti. Fakat Cüreyc onun yüzüne bile bakmadı.

Cüreyc’in ibadethânesinde yatıp kalkan bir çoban vardı. Bayan onunla ilişki kurarak çobandan hâmile kaldı. Çocuğunu dünyaya getirince, onun Cüreyc’den olduğunu ileri sürdü. Bunu duyan insanlar Cüreyc’in yanına gelerek onu alaşağı ettiler ve ibadethânesini yıkarak kendisini dövmeye başladılar. Cüreyc:

- Neden böyle davranıyorsunuz? diye sorunca:

- Sen bu fâhişe ile zina etmişsin ve senin çocuğunu doğurmuş, dediler. Cüreyc:

- Çocuk nerede? diye sordu. Çocuğu alıp ona getirdiler. Cüreyc: “Yakamı bırakın da namaz kılayım” dedi. Namazını kılıp bitirince çocuğun yanında geldi ve karnına dokundu: “Söyle çocuk! Baban kim?” diye sordu.

Çocuk:

- Babam falan çobandır, diye yanıt verdi.

Bunu gören insanlar Cüreyc’in ellerine kapanarak öpmeye ve ellerini onun vücuduna sürerek af dilemeye başladılar:

- Sana altın bir mâbed yapacağız, dediler. Cüreyc:

- Hayır, eskiden olduğu gibi yine kerpiçten yapın, dedi. Ona kerpiçten bir mâbed yaptılar.

(Beşikte konuşan üçüncü şahsın macerası şöyledir:)

Çocuğun biri annesini emerken tür bir ata binmiş ve iyi giyinmiş yakışıklı bir adam oradan geçti. Onu gören anne:

- Allahım! Benim oğlumu da böyle yap! diye dua etti.

Emmeyi bırakan çocuk o adama bakarak:

- Allahım! Beni onun gibi yapma! dedi ve yine emmeye koyuldu.

Ebû Hüreyre der ama:

- Çocuğun emmesini anlatırken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şehâdet parmağını ağzına alıp emişi hâlâ gözümün önündedir. Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Câriyenin birini:

- Zina ettin, hırsızlık yaptın diye döverek oradan geçirdiler. Câriye ise:

- Bana Allah’ım yeter; O ne güzel vekildir (hasbiyellâhü ve nimel vekîl) diyordu.

Bunu gören anne:

- Allahım! Çocuğumu onun gibi yapma! diye dua etti.

Memeyi bırakan çocuk câriyeye baktı ve:

- Allahım! Beni onun gibi yap! dedi.

Bunun üzerine anne ile çocuğu konuşmaya başladılar. Anne:

- Yakışıklı bir adam geçti. Ben de “Allahım! Benim oğlumu da böyle yap!” diye dua ettim. Sen ise “Allahım! Beni onun gibi yapma!” dedin. O câriyeyi zina ettin, hırsızlık yaptın diye döverek götürdüler. Ben “Allahım! Çocuğumu onun gibi yapma!” diye dua ettim. Sen ise “Allahım! Beni onun gibi yap!” dedin. Niçin? diye sordu.

Çocuk dedi oysa:

- O adam zâlimin tekiydi. Onun için ben “Allahım! Beni onun gibi zorba yapma!” diye dua ettim. O câriye zina etmediği hâlde zina ettin diye dövüyorlardı. Hırsızlık yapmadığı hâlde, hırsızlık yaptın diyorlardı. Bunun için de “Allahım! Beni onun gibi yap!” diye dua ettim. (Buhârî, Amel fi’s-salât 7, Mezâlim 35, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Birr 7, 8)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Cüreyc kıssası ibretlerle doludur.

Hadisimizde beşikte sadece üç çocuğun konuştuğu belirtilmekle beraber, bebeklik çağında yedi, hatta on çocuğun konuştuğuna dair rivayetler vardır.

Peygamber Efendimiz birçok şıkları yer alan bazı konuları basit aydınlatmak için, onları muhtelif zamanlarda minik gruplar halinde anlatmayı yerinde görmüştür. Bu konuda da benzer öğretim metodunu kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim dininden dönmediği için alev batmış hendeğe atılmak istenen bir anneye, kucağındaki çocuğun “Dişini sık, sabret, çünkü sen yargı yoldasın” diye yiğitlik verdiğini okumuştuk.

Hz. Îsâ’dan sonra yaşayan Cüreyc’in zamanında insanların çoğu, Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde bir yaşam sürmüyordu. Bir Takım rivayetlerden ticaretle uğraştığını öğrendiğimiz Cüreyc, hayatın düzensizliğini görerek daha kârlı bir ticaret yapmak istedi. İnsanların yaşadığı bölgeden uzakta bir yere bir manastır yaparak orada ibadete başladı. nadiren ziyaretine gelen annesiyle konuşuyor, onun gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu. Ama annesi defalarca üç kere onun ibadet saatinde geldi. Cüreyc de Allah’ın huzurundan ayrılmanın yerinde olmayacağı düşüncesiyle ibadetini kesmedi. Bu durumu bilmeyen annesi, Cüreyc’in artık kendisine değer vermediğini zannederek ona beddua etti. Lakin bedduasını son derecede şefkatli ve ölçülü bir şekilde yaptı. Oğlunun zina suçu işlemesini bile istemedi. Sadece fâhişelerin yüzünü görmesini diledi. Bedduası da tuttu. Demekki Cüreyc, annesi seslendiği süre farz yok, nâfile ibadet ediyordu. Bu sebeple ibadetini kesmeli ve ona cevap vermeliydi. Böyle yapmamakla kusur etti.

Namaz kılan bir kimseyi anne ya da babası yanında çağırırsa, nasıl davranması gerekir?

Farz namaz kılınıyorsa anne ve babaya cevap verilmez. Kılınan namaz farz değilse, kendilerine yanıt verilmediği takdirde anne veya baba da gücenecekse, namazı kesip onlara yanıt belirlemek uygun olur. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü böyledir. Bazı âlimler namazın farz ya da nâfile olmasına bakmadan, anne ya da baba seslendiği süre, onları gücendirmemek için namazın bozulması gerektiğini söylemişlerdir.

İnsanoğlu Allah Teâlâ’ya Cüreyc gibi gönül bağlarsa, Cenâb-ı Adalet ona tezgâhtar olur. Karşısında hazırlanan tuzakları bozar. Hatta onun eliyle kerâmetler bile gösterir. Konuşması âdet olmadığı hâlde bir çocuğu konuşturarak, cana yakın kulunu sıkıntılardan kurtarır.

Annesine, görünüşe aldanmamayı öğüt eden memedeki çocuğun kıssası, Cüreyc kıssası değin uyarı çekicidir. Câzip kıyafeti, iri yarı görünüşüyle birçokları bizi aldatır. Basit kıyafetler giyen veya hileli davranışlara uğrayan nice kıymetli kişiler de aynı şekilde bizi yanıltır. 254 numaralı hadîs-i şerîfin açıklamasında söylediğimiz gibi, defineye mâlik vîrâneler bulunduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

Gönül gözü açık olanlar görünüşe aldanmazlar. Yüce Rabbimiz Kasas sûresinin 76-82. âyetleri arasındaki Kârûn kıssasında bu değişmeyen gerçeği ne hoş açıklama eder:

Hazinesinin anahtarları enerjik adaleli bir topluluk tarafından taşınabilen Kârûn, bu serveti bilgisiyle kazandığını iddia ediyordu. Malı mülküyle âhireti kazanmayı, fakirlere destek etmeyi düşünmüyordu. Birgün tüm ihtişamıyla halkın karşısına çıktı. Çokları ona imrendiler. Kârûn’daki servet bizde de olsa dediler.

Gerçeği bilen âlimler onları uyardılar; içten olun, iyi işler yapın, bu zâlime imrenmeyin dediler. Fazla geçmeden Allah Teâlâ Kârûn’u da, servetini de yerin dibine geçirdi. Kimseler Kârûn’u bu dehşet âkıbetten kurtaramadı. Ona imrenenler bu hâli görünce, söylediklerine pişman oldular.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Anne ve babaya itaat, evlâdın en önemli görevidir. Bir De bu Allah’ın emri olduğu için farzdır. Kılınan namaz farz olmamak şartıyla, anne ya da baba çağırdığı süre, namazı bozup onlara yanıt vermelidir. Anne ve baba evlâdına beddua etmek zorunda kaldığında, Cüreyc’in annesi gibi ölçülü davranmalıdır. İnsanın özü dürüst olursa, aleyhinde kurulacak tuzaklar ona zarar vermez. Böyle kimseler hayatta yalnız olduklarını düşünmemeli, arkalarında Allah Teâlâ’nın bulunduğunu bilmelidir. Cenâb-ı Hak dilediği zaman veli kullarının kerâmet göstermesine izin verir. Anneler yavrularını kendilerine seçim ederler. Onların her iyi şeye sahip olmasını isterler.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

FAKİR VE CILIZ MÜSLÜMANLAR İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/gucsuz-ve-fakir-muslumanlarin-degeri-ile-ilgili-ayet-ve-hadisler.html