Hakka misafir etme ve hayra teşvik sorumluluğuna dâir, gençlere tavsiyeler...

Toplumun selde sürüklenen kütükler misâli küfür ve ahlâksızlığa sürüklendiği devirlerde bildiri hizmeti, mü’minin en öncelikli vazifesidir.

Günümüzde, zamâne şerlerinin girdabına kendini kaptırmış giden insanın elinden yakalamak, bize emânet edilen toplumu o anafordan kurtarmak, onlara ebedî ve hakiki saâdetin ne olduğunu açıklama yapmak, îman ve vicdan borcumuzdur.

HİZMETLERİN EN BÜYÜĞÜ

Zira reel bir mü’minin rûhu, civarda hidâyet dâvetine fakir halk varken, sırf kendi îmânı ile tesellî bulamaz.

Hem nazargâh-ı ilâhî olması gereken bir kalbi; küfür, şirk, nifak, günah ve gafletin karanlıklarından kurtarmak, onu Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet batmış nazarlarına mazhar olacak sâfiyete kavuşturmaya kastetmek da, bir insana yapılabilecek hizmetlerin en büyüğüdür.

Lâkin hakka davet ve hayra özendirme için evveliyetle hakkın ve hayrın mâhiyetine sağlam bir şekilde vâkıf olmak lâzımdır. Zira câhilin tebliğinin, sâdece üslûp itibâriyle değil, olur ya muhtevâ itibâriyle de yanlışlardan berî olması olası değildir. O hâlde, bu yolda birincil lâzım gelen, ilmî ve kalbî sermâyedir. Zira îman ve kulluk hayatının, hafıza ve yürek muvâzenesi içinde yaşanabilmesi için, bu iki sermâyeye gereklilik vardır.

İLİM HER MÜSLÜMAN FARZDIR

ÖTE TARAFTAN, dînî meseleleri “zarûrât-ı dîniyye” itibâriyle anlamak, ilmen her müslüman üzerine farzdır. Yani her mü’minin en azından bu esas esasları bilmesi gerekir. Bilmeyenler, “kaş yaparken göz dahil etmemek” korkusuyla, ilmî ve kalbî noksanlıklarını çabucak gidermeye çalışmalı ve bu öğrendiklerini hayatında dilekçe ederek ilmini irfân hâline getirmeye çaba etmelidir. Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Yaşanmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir…”

Hakka ve hayra dâvetin tesiri de, gönül ufkumuzun derinliğine bağlıdır oysa, o da iç dünyamızın feyiz ve rûhâniyet ile dolu olmasıyla mümkündür.

Yaşanmadan, bilgisizce, gelişigüzel, aşk-şevk ve heyecandan mahrum, barbar-saba ifadeler ve avâmî bir üslûp ile yapılan bir tebliğden, murâd edilen faydanın hâsıl olmasını ummak bir hüsran sebebi olduğu gibi, bu bununla beraber ağır bir vebâli de mûciptir.

Toplumda insanlara takvâ önderliği yapacak misal müslümanlara her devirde gereklilik olmuştur. Günümüzde ise bu ihtiyaç had safhadadır. Fakat o örnek insanların gökten inmesini bekleyemeyiz. Bunun için evvelâ kendimiz misal bir müslüman olmaya çaba göstereceğiz. Daha Sonra da o örnek müslümanları yetiştirmek için elimizden gelen her türlü fedakârlığı vazife telâkkî edeceğiz.

Bugün bilhassa Batı’dan gelen çağdaş câhiliye anlayışı her yere musallat olmuş durumda. Ama müslüman için ümitsizlik ve ümidini yitirme değil! Çare; Peygamber Efendimiz’i ve ashâbını misal alarak tebliğe çaba etmek, her türlü imkânımızı bu hususta seferber etmek…

ŞU 3 GRUP İNSAN ALLAH'TAN UZAKTIR

Kelâm-ı kibarda buyurulur:

Şu üç grup insan Allah’tan uzaktır:

Rahatlarını düşünerek hizmetten kaçanlar, Hassas olduklarını öne sürerek sefâlet ve mâtemlerin civarına yaklaşmayanlar, Gafiller topluluğu ile beraber olanlar.

Dünya zifiri bir câhiliye karanlığına gömülmüş iken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ebedî kur­tuluş davetini insanlığa duyurmak için tek başına gösterdiği o canhıraş gayretleri unutmayalım!

O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne değin yaşayabildiğimizi ve “Allâh’ın yeryüzündeki şâhitleri” vasfına ne değin lâyık olabildiğimizi sıkça muhâsebe edelim.

Ashâb-ı kirâm, hidâyet nîmetinin şükür borcunu ödeyebilmek ve beyanat mesʼûliyetinin gereğini îfâ yapabilmek için, o zamanın zorlama şartları altında, Dünyaʼnın dört bir köşesine gittiler. Rahatlarını terk ettiler, canlarıyla, mallarıyla fedakârlıkta bulundular.

Bu hakîkat bizi derin derin düşündürmeli. Zira bizler; beyanname ve irşad bahsinde, üstümüze düşen vazife ve mesʼûliyetlerin acaba kaçta kaçını îfâ edebiliyoruz?..

Bu sebeple;

–Mü’min, ebedî kurtuluşu için sırf kendi istikâmetinin akıcı oluşunu yeterli görmeyecek.

–Kendisini devrin akışından mes’ûl, çevresindeki insanları da kendine zimmetli bilecek.

–Karşılaştığı yanlışlıkları ve özellikle zulümleri, eliyle ve diliyle bertaraf etmeye çalışacak.

–İmkânı ölçüsünde tebliğde bulunmanın bir îman mes’ûliyeti olduğunu hatırından çıkarmayacak.

Ayrıca hâl ve davranışlarımızla âhenk teşkil etmedikçe, sözlerimizin gönüllerde müsbet tesirler hâsıl etmesini bekleyemeyiz.

Bilmeliyiz ama fakat kalpten gelen samimî ifadeler, kalplere yol bulur. Bunun tersine, kalp gâfil iken dilin samimiyetsizce sarf ettiği sözler, ancak muhâtabın bir kulağından girip diğerinden çıkar; onun gönlüne nüfûz edemez.

Kendisi uykuya dalmış olan, başkalarını da uyandıramaz.

Dolayısıyla, evvelâ zihnimizi ve kalbimizi ilâhî hakîkatlerle uyandırmak, kendi hâl ve davranışlarımıza çeki-uyum atamak îcâb eder fakat başkalarına yapacağımız bildiri ve telkinlerin bahtı açık bir neticesi olsun.

Tohum atılmayan ve sulanıp bakılmayan topraktan bir mahsul beklenemez. Yani gönül vermeden gönül kazanılamaz. Sevmeyen insan, sevilemez. Dolayısıyla Yaratan’ından ötürü bütün insanlara, hattâ bütün mahlûkâta gönül hânemizi açmalı, şefkat, acınacak şey ve muhabbetimizi cömertçe ikram etmeli, İslâm’ın güler yüzünü sergileyerek gönüller fethetmeliyiz.

Bir mü’minin gönül âlemi, öyle bir çiçek bahçesi gibi olmalıdır ama, onda her asık çehre ve kasvetli yürek rahatlık bulup tebessüm etmelidir. Bu yüzden kalbi ve bedeni, âdeta diken gibi olan duygu, hafıza ve davranışlardan temizleyip, bildiri edici hâle getirmek zarurîdir.

“Benim hâlim, amelim, ilmim, irfânım yetmez…” diyerek bir kenara çekilmek, mü’mini tebliğ mes’ûliyetinden kurtarmaz.

Rabbimiz âyet-i kerîmede;

(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle gösteri et! Ve onlarla en güzel şekilde uğraşma et…” (en-Nahl, 125) buyurarak davetin âdâbını açıklama eylemiştir.

Yani;

Yüksek bir idrâke sahip kimselere hikmetle tebliğ etmek. Mesnevî’de olduğu gibi… Umum insanlara nasihat ve güzel öğütle bildiri etmek. Sert mizaçlı kimselere dâimâ iyilik ve çekicilik ile yaklaşarak, küfründe Firavun derecesinde şedit olanlara bile (Kavl-i Leyyin) ile bildiri etmek lâzımdır. Azgın Firavun’a gönderilen Mûsâ -aleyhisselâm-’a emredildiği gibi…

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Sükûtunuzla da, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine dediler fakat:

“–Yâ Halîfe! Sükût ederek / konuşmadan nasıl davetçi olunur?”

Buyurdu ama:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

İşte Hazret-i Ömer’in “hâl ile beyanat” tavsiyesini, ecdâdımız Osmanlı, geniş bir coğrafyada dilekçe etmiştir.

I. Murad Han Kosova’yı, Fatih Sultan Mehmed Han da Bosna’yı fethettikten daha sonra bu bölgelere gönül ehli, temiz Anadolu insanını yerleştirmiştir. Onların nezih yaşayışlarını görerek hayran kalan Arnavutların yüzde doksanı, Boşnaklarınsa tamamı, bu sâyede İslâm ile müşerref olmuşlardır.

Velhâsıl âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Her kim bir canı ihyâ ederse bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)

Bir insanın fânî ve dünyevî hayatını kurtarmak bile bu kadar değerliyse, onun mânevî ve ebedî hayatını kurtarmak, Allah katında kim bilir ne değin kıymetlidir?

Rabbimiz, zamanımızın nezâketi dolayısıyla hakka ve hayra daveti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhîsinde bu mesʼûliyetimizden temize çıkma edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Kasım Sayı: 182

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/hakka-davet-ve-hayra-tesvik-sorumluluguna-dair-genclere-tavsiyeler.html