Hz. Nuh (birli.) kimdir? Hz. Nuh’un (a.s.) özellikleri nelerdir? Hz. Nuh’un (a.s.) eşi kimdir, Müslüman oldu mu? Hz. Nuh’a (a.s.) oğlu neden iman etmedi? Hz. Nuh’un (birli.) adı Kur’an’da geçiyor mu? Hz. Nuh’a (a.s.) niçin ikinci Adem denir? İnsanlığın ikinci atası kimdir? Hz. Nuh (a.s.) kaç yıl yaşadı? Hz. Nuh (a.s.) kaç yıl bildiri etti? Hz. Nuh’a (a.s.) kaç birey iman etti? En uzun yasayan peygamber kimdir ve kaç yıl yaşamıştır? Nuh kavmi neden helak oldu? Nuh Tufanı nasıl oldu, ne değin sürdü? Nuh Tufanı ne vakit oldu? En uzun yaşamış, tufanı ile yeryüzünü küfürden temizleyen peygamber: Hz. Nuh’un (a.s.) hayatı...

İnsanları 950 sene sabırla Hakk’a dâvet eden Hz. Nuh’un (a.s.) kısaca hayatı…

HZ. NUH’UN (A.S.) KISACA YAŞAMSAL - Hz. Nuh (a.s.) Özet Olarak Kimdir?

Kur’lahza-ı Kerim’de adı 43 kez geçer. Kur’lahza’da 71. surenin adı Nuh Suresi’dir. Nûh (a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde önemli bir yer işgâl eden Ülü’l-azm (En yüksek derecedeki) peygamberlerdendir. Hz. İdris’e (a.s.) bağlı olan salih zatların vefatından sonra bir takım halk bu salih şahısların putlarını yaptı, sonra bu putlara tapmaya başladılar. Hz. Nuh (a.s.) puta tapan kavme Allah’ın dinine dönmeleri için gönderildi lakin kavminden kendisine fazla eksik kişi iman etti. Nuh’un (a.s.) oğullarından biri de iman etmeyenler arasındadır.

950 yıl kavminin hidayet etmesi için uğraşan Nuh (a.s.) sonunda Cenâb-ı Hakk’a acziyetini talep etti ve Hz. Nuh’a (a.s.) “insanlığın ikinci atası” denilmesine sebep olan “Nuh Tufanı” başladı. Nuh Tufanı’ndan önce Allah Teâlâ, Hz. Nuh’a (a.s.) bir gemi yapmasını emretti. Yapılan geminin üç katlı olduğuna, iki ya da dört senede tamamlandığına ve içinde alev yakılarak buharla çalıştığına dâir rivâyetler vardır. Rivâyete tarafından gemiye iman eden 80 birey gemiye bindi. Hem hayvanlardan birer çift gemiye alındı. Âlimlere göre Nuh Tufanı’nın başlaması ile yeryüzünün her tarafı sularla kaplandı. Tufanın 6 ay sürdüğü rivayet edilir. İlâhi bir emir ile sular çekildi ve gemi 10 Muharrem Aşure günü Cudi Dağı’na indi.

Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Nûh (a.s.) çok şükreden ve dayanma gösteren bir kul olarak zikredildi. Onun bir diğer özelliği de kâfirlere karşı çok sert davranmasıdır. Nuh (a.s.) çobanlık ve ticaret ile uğraştı. Marangozcuların, denizcilerin piri kabul edilir. 950 senesini kavmini gösteri ile geçiren Nuh’un (a.s.) 1300 sene yaşadığı söylenir. Bir rivayete kadar kabri Mekke’de Mescid-i Harâm’da, Mültezem ile Makām-ı İbrâhim aralarında öteki rivayetlere kadar ise Kerek, Cizre ya da Necef’tedir.

En uzun yaşamış peygamber Hz. Nuh’un (a.s.) detaylı hayatı…

HZ. NUH’UN (A.S.) YAŞAMSAL - Hz. Nuh (a.s.) Kimdir?

Nûh -aleyhisselâm-, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde mühim bir yer işgâl etmektedir. Ülü’l-azm peygamberlerden1 birisidir. Kur’ân’da muhtelif vesîlelerle ismi 43 yerde geçmektedir. 28 âyetten müteşekkil olan 71. sûre, onun adını taşır. Meşhur tûfân sebebiyle beşeriyetin “İkinci Babası” sayılır.

İdrîs -aleyhisselâm- semâya ref’ edildikten sonradan halk, hakîkati kaybede­rek putlara ve heykellere tapmaya başladılar. Bunun üzerine Nûh -aleyhisselâm- kavmine peygamber olarak gönderildi.

Hazret-i Nûh’un başlıca isminin “Yeşkûr”, “Sâkin” ya da “Abdülgaffâr” olduğu bildirilmektedir. Lakabı “Neciyyullâh” (Allâh’ın kurtardığı) ve “Şeyhu’l-Enbiyâ” (nebîlerin uzun ömürlüsü)’dür.

İdrîs -aleyhisselâm- semâya ref’ olunduktan sonradan kendisine tâbî olanlardan Vedd, Süvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr, dîni yaşayıp teblîğ ettiler ve halk arasında yüksek bir mevkiye sâhip oldular. Vefât ettiklerinde, onları hatırlamak için şeytanların teşvîki ile heykelleri yapıldı. Millet, zamanla putperestliğe döndü. Bu heykellerde ilâhî bir kudret olduğuna inandılar.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

“Nûh -aleyhisselâm-’ın kavminde mevcut olan putlar sonra Araplara intikâl etmiştir. Şöyle fakat: Vedd adındaki put Dûmetu’l-Cendel’de idi ve Kelb kabilesine âitti. Süvâ’ adındaki put Hüzeyl’in idi. Yeğûs adındaki put Murâd kabilesine âitti. Sonra Benû Gutayf’ın oldu, Sebe’ye yakın Curf isimli mevkideydi. Yeûk, Hemedân’a âitti. Nesr, Himyer’in Âl-i Zi’l-Kelâ’ın idi. Bu putların isimleri fiilen Nûh kavmindeki sâlih kimselere âitti. Şeytan bu sâlihler ölünce kavimlerine şu telkini yaptı: «Sâlih kişilerinizin yerleşik oldukları yerlere (onların hâtırasına) heykeller dikin ve bunlara onların isimlerini verin.» Millet bu telkine uyup, söyleneni yaptı. Bidâyette tapınma yoktu. Fakat ne vakit ancak bunlar vefât ettiler, haklarındaki veri de unutuldu ve neticede câhil ahali bu putlara tapınmaya başladılar.” (Buhârî, Tefsir, 71/1)

Nûh -aleyhisselâm-, bâzen çobanlık, zaman zaman da ticâret yapıyordu. Kavminin başında Kâbil soyundan Dermesil isimli zâlim bir kişi bulunmaktaydı. Her kabîlenin bambaşka bir putu mevcuttu. Her putun da bir hizmetkârı vardı. Hazret-i Nûh -aleyhisselâm- bunları komik bulurdu. O dönemde ahlâksızlık ve putperestlik had safhaya varmıştı.

NUH KAVMİNİN ÖZELLİKLERİ

Nûh Aleyhisselâm’ın Kavminin Özellikleri:

1. Putperest idiler.

Onların bu özelliği âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

“dahası şöyle dediler; sakın ilâhlarınızı bırakmayın! Hele Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i aslâ bırakmayın!” (Nûh, 23)

Putlar ve putçular, insanlık târihinde, insanları dâimâ adalet yolundan ayırarak sapıklığa götürdüler. Saygı ve hâtırâ için yapılan heykeller, zamanla kendilerine tapılan putlar hâline getirildi.

İnsan’ın inandığı ve kulluk yaptığı ilâhı, maddî bir takım şekillerle temsilcilik ve tasavvur etmesine “antropomorfist” akîde denir. Bu akîde insanları muşahhas şekillere tapmaya ve nihâyetinde putçuluğa götürür. Tevhîd dinlerinde ise “müteâl” yâni tüm âlemlerden ve tasavvurlardan yüce bir Allâh inancı vardır. Bu inanç, insan zihnini maddeden uzaklaştırarak mücerred mânâlara yönlendirir. Maddenin çok daha ötesindeki mânevî hakîkatleri kav­ratmaya çalışır. Fakat beşer zihni bu mertebeye ulaşma yerine kolaya kaçarak evvelâ Allâh’ı tecsîm ve teşbîh etme, yâni O’nu kendi dünyâ boyutları içinde tasavvur etme hatâsına düşer. Bu da insanlığın putçuluğa sapmasına sebep olmuştur.

İslâm dîni ise insandaki bu meyli en güzel şekilde tasfiye ederek zihnin, Allâh Teâlâ’yı her hangi bir cisme benzetmesini yasaklamıştır. İnsanların mücer­redi müşahhas hâle gitirip taabbüde yönelme dalâletine düşmemeleri için de fotoğraf ve heykeli tasvip etmemiştir. Fotoğraf ve heykelin öteki bir zararı da, hayâl gücünü tahdîd ederek insanın yüksek mânâları tasavvur ve idrâk etme istidâdını köreltmesidir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kabir ziyâretlerindeki ifratlar insanları putçuluğa götürdüğü için önceleri bu ziyâretleri yasaklamış, ancak tevhîd inancının iyice yerleşmesinden sonra şu hadîs-i şerîfleriyle buna müsâade buyurmuşlardır:

“Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret edebilirsiniz!” (Müslim, Cenâiz, 106)

“…Kabirleri ziyâret etmek isteyen ziyâret etsin. Çünkü mezar ziyâreti bize âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60)

O hâlde kabir ziyâretleri, ölümün hatırlanması, mevtâya bir hediye gönderil­mesi, yâni Kur’ân-ı Kerîm okunması ve âhiretin tefekkürü için öğüt edilmiştir.

Mâneviyat büyüklerinin kabirleri yanına yapılan duâ ve istekler de, onların özgürlük­metine Cenâb-ı Hak’tan olmalıdır. Çünkü kuldan istenmesi, kulları şirke götürür. Nitekim Nûh -aleyhisselâm-’ın kavminde de böyle olmuştu.

Allâh -celle celâlühû- yaratılmış olan hiçbir varlığa benzemediği; yâni “muhâlefetün li’l-havâdis” sıfatına sâhip olduğu için, buud ve şekil gibi her türlü beşer tasavvuru­nun ötesindedir. Şeyh Şiblî Hazretleri şöyle buyurur:

“Allâh Teâlâ’yı düşüncelerinizde kavrayıp akıllarınızda bütün bir şekilde anladığınızı sandığınızda, bu fikirler size iâde edilir. Çünkü bu tür düşünceler, sizin uydur­duğunuz (muhdes) ve sizin gibi daha sonra olma (masnû) şeylerdir...”

Burada Şiblî Hazretleri, daha sonra olanla (muhdesle) Kadîm’in birbirinden tefrîk edilmesi gerektiğini, halk müziği için Cenâb-ı Hakk’ı tanımanın yegâne yolunun, O’nun bildirdiği vasıf ve özellikler olduğunu ve diğer taraftan bir yolun bulunmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla vahyin bildirdiklerini bir kenara bırakıp O’nu müşahhaslaştırmaya niyetlenmek, muhakkak insanı çok yürek parçalayıcı ve süflî neticelere sürükler.

Cenâb-ı Hakk’ın, beşer seziş ve tasavvurunun fazla fazla ötelerinde olduğunu ifâde etmek için âlimlerimiz şu kısa ve öz kelâmı söylemişlerdir:

“Allâh Teâlâ ile alâkalı aklına hangi us gelirse gelsin, bilesin ki Yüce Allâh onun dışındadır.”

Fikir, muhdestir (sonradan yaratılmıştır). Cenâb-ı Hakk’ı bu muhdes varlıkla idrâk etmek mümkün değildir. Ama Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Adalet’la konuşunca, büyük bir mânevî şımartma duydu. Bu hazzın iştiyâk ve câzibesi ile Cenâb-ı Hakk’ı görmeyi arzuladı ve bunda ıs­râr etti. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“…Mûsâ: «Rabbim! Bana kendini göster, Sana bakayım.» dedi. Rabbi buyurdu ancak: «Sen Ben’i (bu dünyâda) aslâ göremezsin. Fakat şu dağa bak! O dağ uygun kalabilirse, Sen de Ben’i görebilirsin!..»” (el-A’râf, 143)

Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede etmek, derecesine göre ama cennet ehlinin bir kısmına nasîb olacaktır.

2. Nûh -aleyhisselâm-’ın kavmi son derece zâlim ve azgın kimselerdi. Âyet-i kerîmede onların bu cefa ve azgınlıklarından şöyle bahsedilmektedir:

“…Onlar çok zâlim, fazla azgın şahısların tâ kendileri idi.” (en-Necm, 52)

3. Fâsıktılar. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“…Onlar, fâsık (günahkâr, yoldan çıkmış) bir milletti.” (ez-Zâriyât, 46)

4. Kötülüklere dalmışlardı. Âyet-i kerîmede onların bu vasfı şöyle bildirilmektedir:

“…Gerçekte onlar kötü bir milletti…” (el-Enbiyâ, 77)

5. Vicdansız idiler. Âyet-i kerîmede, acıma ve şefkat hislerinden yoksun olan Nûh kavminin bu vasfı şöyle bildirilmektedir:

“…Onlar, (kalb gözleri, vicdanları) kör(elmiş) bir gürûh idiler.” (el-A’râf, 64)

6. Çok inatçıydılar. Nûh -aleyhisselâm-’ın kavmi, tabiatları küfre ve günâha alışılmış, dünyâda inadı ilke edinmiş kimselerdi. Onlar âhirette de aynı inadı devam ettirecekler, kendilerine bir peygamberin gelmiş olduğunu kabul etmeyeceklerdir.

Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Nûh ve ümmeti kıyâmet günü gelirler. Allâh Teâlâ Hazret-i Nûh’a:

«–Tebliğ ettin mi?» diye sorar.

Nûh -aleyhisselâm-:

«–Evet yâ Rabbî, tebliğ ettim.» diye karşılık verir. Sonra Allâh Teâlâ Nûh’un ümmetine hitâben:

«–Nûh size tebliğde bulundu mu?» diye sorunca onlar:

«–Hayır, bize hiçbir peygamber gelmemiştir.» diye yanıt verirler.

Bunun üstüne Allâh Teâlâ Nûh’a:

«–Senin doğruluğuna kim şehâdette bulunur?» deyince Nûh -aleyhisselâm-:

«–Hazret-i Muhammed ve ümmeti şâhitlik yapar.» der. Onlar da Nûh’un tebliğde bulunduğuna şâhitlik yaparlar.”

Hadîs-i şerîfin râvîsi şu ilâvede bulunur:

Nitekim âyet-i kerîmede, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- ve ümmetinin, öteki peygamberler ve ümmetleri hakkında şâhitlik yapacakları dobra dobra bildirilmiştir:

«İşte böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ancak, bütün halk üstüne şâhitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed) de sizin üzerinize şâhit olsun…» (el-Bakara, 143)” (Buhârî, Tefsîr, 2/13, Enbiyâ, 3; Tirmizî, Tefsîr, 2/2965)

Allâh -celle celâlühû-, hakîkatten sapmış olan bu kavme Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ı gönderdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“«Kendilerine can yakıcı bir azâb gelmezden önce onları uyar!» diye Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.” (Nûh, 1)

HZ. NUH (A.S.) KAÇ YIL TEBLİĞ ETTİ? - Hz. Nuh’un (a.s.) Tebliği

Nûh -aleyhisselâm-, elli yaşındayken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi, Peygamberliğini bildirdi ve:

“Dermesil ve kavmine git; onlara tevhîd inancını teblîğ et!” dedi.

Hazret-i Nûh, ömrünün sonuna kadar tevhîd inancını teblîğ edeceğine dâir söz (mîsâk) verdi. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Hani biz peygamberlerden (beyanat vazifelerini yerine getirmeleri için) sağlam bir laf almıştık; Sen’den de, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ ve Meryem oğlu Îsâ’dan da. (Evet) biz onlardan o kadar sağlam bir laf al­mıştık!” (el-Ahzâb, 7)

“And olsun, biz Nûh’u kavmine elçi gönderdik. (Nûh) Onlara: «Ben sizin için açık açık bir uyarıcıyım. Allâh’tan başkasına tapmayın! Ben size (gelecek) çile verici bir günün azâbından korkuyorum!» (dedi.) (Hûd, 25-26)

Nûh -aleyhisselâm- birincil zamanlar vazîfesini dar olarak yerine getirdi, sonraları âşikâr teblîğ etmeye başladı. Gençliğinde herke­sin sevgisini kazanmış bir zât olmasına rağmen teblîğe başlayınca koşul değişti. Kendisine fazla eksik kimse tâbî oldu.

Kavmin melîki olan Dermesil, Hazret-i Nûh’un bu teblîğ faâliyetinden haber­dâr olunca, yanında bulunanlara:

“–O da kim?” dedi. Onlar da:

“–Bizim kavmimizden olduğu hâlde bize uymayan birisi... İsmi, Nûh bin Lâmek. Baştan akıllı idi. Daha Sonra aklını kaybetti. Kendisinin peygamber olduğunu söylüyor!” dediler. Ardından:

“–Putlara da aleyhinde çıkıyor!” denince Dermesil, Hazret-i Nûh’u yanında çağırta­rak:

“–Eyvah sana! Sen bizim ilâhlarımızı inkâr mı ediyorsun?” diye azarladı.

Hem, Hazret-i Nûh’un etrâfında fakirlerin olması nedeniyle onunla alay ediyorlardı. Kâfirler Nûh -aleyhisselâm-’a:

“«–Senin peşinden gidenler bayağı ve basit kimseler iken biz hiç sana inanır mıyız!» dediler.” (benzeşen-Şuarâ, 111)

Bu câhil ve zâlim kavim, kibirleri nedeniyle fakirleri ve garipleri küçük görü­yorlardı. Lakin Nûh -aleyhisselâm-, dâvâsı değin, dâvâsının bağlılarını da savundu. Münkirlerin ithamlarına yanıt verdi:

“Ben îmân eden kimseleri kovacak değilim.” (benzer-Şuarâ, 114)

“…Çünkü onlar Rableriyle karşılaşacaklar. Ama ben sizi câhil bir halk olarak görüyorum. Ey milletim! Onları kovarsam, Allâh’a karşı beni kim savunur? Düşünmez misiniz?” (Hûd, 29-30)

Dermesil ölünce yerine oğlu Nevlin geçti. O daha zâlim idi. Nûh -aleyhisselâm-, Nevlin zamanında da teblîğine aynen devâm etti. Kavmi, O’nunla alay ediyor, üzerine toprak atıyor ve O’nu dövüyorlardı. Hattâ bayılıncaya kadar boğazını sıktılar, öldü sandılar. Ayıldığı vakit:

“Ey Allâh’ım! Beni ve kavmimi bağışla. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” dedi. Gusül abdesti alıp baştan yanlarına vardı. Onları Allâh’a îmân ve ibâdete dâvet etti. (İbn-i Hanbel, ez-Zühd, s. 50; İbn-i Esir, el-Kâmil, I, 69) Bütün bu eziyetlere rağmen O, büyük bir tahammül gösteriyordu. Bir lutf-i ilâhî olarak, yaralarını zaman zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- tedâvî ediyordu. Müşrikler:

“–Eyvah sana ey Nûh! Bu dayağımız ve hakâretimize rağmen hâlâ dâvândan vazgeçmiyor musun?!” diyorlardı.

Hazret-i Nûh ise:

“Ben mecnûn değilim. Atalarınız acilen azâb çekiyor! Aklınızı başınıza alın!” diye onlara nasîhat ediyordu.

Nûh -aleyhisselâm- devamla:

“Dâvetimden yüz çevirirseniz, bana bir hasar veremezsiniz!” buyuruyordu.

Çünkü insan iki şeyden korkar:

1. Başkalarının hasar vermesinden,

2. Menfaatlerinin kesilmesinden.

Fakat Nûh -aleyhisselâm-, birinci korkuya cevâben:

“Ben sizin zarârınızdan korkmam! Tevekkül içindeyim!”

İkinci korkuya cevâben de:

“Sizden bir vergi istemiyorum!” diyordu.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

(Nûh dedi ama:) Bu (teblîğime) karşılık sizden hiçbir vergi istemiyorum! Benim ecrimi verecek olan, fakat âlemlerin Rabbidir. Onun için, Allâh’a aleyhinde gelmekten sakının ve bana itaat edin!” (benzeyen-Şuarâ, 109-110)

Lakin O’nun bu dâvetine kulak veren olmadı. Hazret-i Nûh’a kavminden çok eksik kimse îmân etti. Oğullarından Sâm, Hâm ve Yâfes îmân etti. Öteki oğlu Ken’lahza ise îmân etmedi. Kavmi O’na, peygamberliği baştan başa çok hakâret ve işkence etti. Nûh -aleyhisselâm-, kavminin yaptıklarına 950 sene dayanma gös­terdi. Nihâyet eziyetlere tâkat getiremeyince Cenâb-ı Hakk’a acziyetini talep etti.

KAVİMLERİN HELAK OLMA SEBEPLERİ - Kavimlerin Helakı

Târih baştan başa bâzı toplumların, peygamberlerin getirdiği tevhîd akîdesini kabûl etmeyip hidâyetten mahrûm kalmalarının başlıca sebepleri şunlardır:

1. Hak dinlerde dünyâda işlenen amellerin mükâfât ve mücâzâtının verileceğine dâir bir “âhiret” inancı vardır. Bunun için fertler dilediği gibi hareket edemezler. Dînî nassla­rın doğrultusunda hareketlerini tanzîm etmeye mecbûrdurlar.

Nitekim İslâm’ın zuhûru ile putperestleri endişeye düşüren birincil haber, “âhiret” olmuştu. Buna “Büyük Haber” dediler. Ondan şiddetli bir hastalık duydular. Kur’ân-ı Kerîm, bu rahatsızlığı şu şekilde ifâde eder:

“Birbirlerine neyi soruyorlar? (O inanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe’, 1-3)

Putperest toplumlarda ise dâimâ kuvvetliler, zayıfları ezerek onları nefsânî arzûla­rına kadar köleleştirirler. Zayıfın hakkını savunan bir hukuk yoktur. Toplumda tüm menfaatler, güçlülere âittir. Onlar, yaptıkları fiillerden nedeniyle âhirette bir layık ödemeyeceklerine inanırlar. Bu sebeple, yargı dinlerdeki âhiret inancı, onları çok ra­hatsız eder.

2. Adalet dinlerde disiplinli, metodlu bir ibâdet hayâtı vardır. Putperestlikte bu yoktur. Putperestler, putları menfaatleri doğrultusunda kendilerine tezgâhtar kabûl ederler. Ve kendilerini koruyacaklarını zannederler. Nefsî arzuları, adalet dinlerdeki disiplinli ibâdet hayatına itaat etmek istemez.

3. Hak dinlerde peygamberler, topluma örnek kişilik (üsve-i hasene) olur­lar. Putperestlikte ise, böyle bir örnek endişesi yoktur. Nefsânî arzularına kadar istedikleri gibi hareket ederler. Meselâ câhiliye toplumundaki fazla kocalı kadınlar buna bir örnektir.

İnsanda inanma ihtiyâcı, fıtrîdir. İnsan, Hakk’ı bulamadığı veya yargı kendisine şiddet geldiği vakit, bâtıla meyleder. İnanç, şuuraltında kalarak gerçek kaynağa ulaşama­yınca, küfür hâkim olur. Oysa inanç, şuuraltından ilâhî vahiy istikâmetinde şuur seviyesine çıkıp kemâle erince, îmân gerçekleşmiş olur.

4. Putperestlerin zinde, zengin ve ileri gelen kimseleri, toplumda sâde bir yaşam yaşamış peygamberleri ve ashâbını kibirlerinden ötürü küçük görme dertli­lığına düşerler. Çünkü onlar, inanan kuvvetsiz kimselerle beraber olunca, toplumda de­ğer kaybedeceklerini zannederler.

5. Putperestlerin hidâyetine mânî olan sebeplerden biri de, mal, mülk, evlâd gibi dünyevî câzibelerin onları gaflete bürüyerek acı bir aldanış içinde bırakması ve kalb gözlerini Hakk’a aleyhinde perdelemesidir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Nefsânî arzulara, (bilhassa) kadınlara, oğullara, yığın istif biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere aleyhinde düşkünlük, insanlara câzip kılındı. Bunlar, dünyâ hayâtının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak en gü­zel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

Nûh -aleyhisselâm-, putperest kavminin kötü niyetlerini ortaya döküp kendi­lerine meydan okuyordu:

“üstelik onlara Nûh’un kıssasını oku: Hani o bir zamanlar kavmine demişti ama: «Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum ve Allâh’ın âyetleriyle nasihat verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin fakat, ben yalnızca Allâh’a tevekkül etmişimdir, bundan böyle siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp tüm gücünüzle karar veriniz. Daha Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonradan bana ne yapacaksanız yapın, mühlet de vermeyin.»” (Yûnus, 71)

Nûh -aleyhisselâm-’ın bu sözleri, O’nun Rabbine olan tevekkülünü göster­mektedir.

NUH TUFANI NEDEN OLDU?

Nûh -aleyhisselâm-’a, dâvetine başladığı birincil yıllarda îmân edenlerden diğer inanan olmadı. Bunun yanında kavminin O’na ve mü’minlere yaptıkları eziyetler de had safhaya ulaştı. Hattâ câhilâne bir cesâretle azâb-ı ilâhîyi isteyecek dek azgınlaştılar:

“Dediler fakat: «Ey Nûh! Bizimle uğraşma ettin ve bize karşı mücâdelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle tehdîd ettiğin (azâbı) bize getir!»” (Hûd, 32)

Bu vahiyden sonradan zâlim kavmin, kendisini küçük görüp de teblîğini yalan saymaları ve, “Va’dettiğin azâbı getir!” demeleri üzerine Nûh -aleyhisselâm-, Allâh’ın irâde ve tasarrufunu onlara hatırlattı:

(Nûh) dedi fakat: «Onu size, ancak dilerse Allâh getirir. Ve siz (Allâh’ı) âciz bırakacak değilsiniz! Eğer Allâh sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt saptamak istesem de öğüdüm size avantaj vermez. (Çünkü) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihâyet) O’na döndürülecek­siniz.»” (Hûd, 33-34)

Allâh Teâlâ, kavminin taşkınlıkları dolayısıyla Hazret-i Nûh’u tesellî sade­dinde şöyle vahyetti:

“Kavminden (şu başlıca değin) îmân etmiş olanlardan başka biri bundan böyle aslâ inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte oldukları (günahlardan) dolayı üzülme!” (Hûd, 36)

Nihâyet azâb-ı ilâhînin ilk başlangıç haberi olarak, Cenâb-ı Hak, bu bir türlü uslanmayan azgın kavmi kırk sene yağmursuz bıraktı. Hayvanları telef oldu. Çocukları doğmadı. Çâresiz kalarak Hazret-i Nûh’a mürâcaat ettiler. O da:

“–Şirkten dönün; sizin için duâ edeyim!” buyurdu.

(Sonra Nûh, Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde ilticâ etti: «Yâ Rabbî, ben kav­mime) dedim ama: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O fazla bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin oysa) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin; mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler ihsân etsin; sizin için ır­maklar akıtsın!” (Nûh, 10-12)

Mukâtil bin Süleyman -rahmetullâhi aleyh- buyurur:

“Bu âyetlerden daha sonra, yağmur duâlarında istiğfâr okumak meşhûr oldu.”

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine kadar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimse fazla istiğfâr ederse, Allâh -celle celâluhû- onu her gamdan korur! Her darlıktan ona çıkış nasîb eder. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır!” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 141)

Nûh -aleyhisselâm-, kavmini îkâz ve nasîhate şöyle devâm etti:

“Size ne oluyor fakat, Allâh’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?! Fakat, sizi türlü merhâlelerden geçirerek o yaratmıştır! Görmediniz mi, Allâh yedi kat göğü birbiriyle âhenktâr olarak nasıl yarat­mış! Onların içinde Ay’ı bir nûr kılmış, Güneş’i de bir çerağ yapmıştır! Allâh, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Daha Sonra sizi tekrar oraya döndürecek ve sizi her yerde çıkaracaktır. Allâh, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.” (Nûh, 13-20)

Ancak bu ahmak putperest kavim, hikmet dolu nasîhatlere kulak asmadılar. Böylece:

(Öğütlerin avantaj vermemesi üzerine) Nûh: «Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyânını artırmaktan diğer işe yarama­yan kimseye uydular. Büyük hîleler, büyük desîseler kurdular! (Rabbim! Onlar birbirlerine) dediler ki: «Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Vedd’den, Süvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’dan ve Nesr’den aslâ vazgeçmeyin!» (Böylece) onlar, gerçekten bir çoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zâ­limlerin ancak şaşkınlıklarını artır!” (Nûh, 21-24)

Bir baba oğluna Nûh -aleyhisselâm-’ı göstererek:

“–Bak, buna inanma!” dedi.

O da babasının elinden asâyı aldı. Nûh -aleyhisselâm-’ın başına vurarak onu kan revân içinde bıraktı. Nûh -aleyhisselâm- ise:

“Yâ Rabbî! Hayır dilemiş isen, hidâyete erdir! Yoksa Sen onlara hükmedinceye değin bana dayanma ver! Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!” diyordu.

Oysa eziyetler ayrıntılarıyla arttı. Yapacak bir iş kalmadı. Bunun üzerine Nûh -aleyhisselâm-:

“Rabbine: «(Yâ Rabbî) mağlûb oldum; bundan böyle bana destek et!» diyerek yalvardı.” (el-Kamer, 10)

Nûh -aleyhisselâm- uzun yıllar tebliğe devam etmesine rağmen ona çok eksik kimse inanmıştı. Bir tür ölüp gidecekken kendilerinden sonra gelecek nesillerine Nûh’a îmân etmemelerini, ona muhalefet edip onunla savaşmalarını öğüt ediyorlardı. Babalar, yetişip düşünce bâliğ olan çocuklarına:

“–Yaşadığı sürece Nûh’a aslâ inanmayacaksınız.” diye öğütlerde bulunuyorlardı. Fıtratları tamâmen bozulmuş, îmânı ve hakka ittibâı reddedecek bir şekle bürünmüştü. Bu sebepten, Nûh -aleyhisselâm- şikâyet bâbında şöyle demişti:

“Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı vazgeçme! Şâyet Sen onları bırakacak olursan, kullarını saptırırlar; ahlâksız ve inkârcıdan başkasını doğu­rup yetiştirmezler. Beni, anamı, babamı, inanmış olarak evime gireni (hâne halkımdan îmân etmiş olanları), mü’min erkek ve kadınları bağışla! Zâlimlerin ise yalnızca helâklerini artır!” (Nûh, 26-28)

Bu ilticâdan daha sonra Allâh -celle celâlühû- Hazret-i Nûh’a gemi yapmasını emretti:

“Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince gemiyi yap, fakat zâlimlerin (kurtuluşu için) Bana yakarma! Onlar mutlakâ boğulacaklardır!” (Hûd, 37)

Kavmi, Nûh -aleyhisselâm-’ın gemi yapmasıyla da alay etti. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi oysa: «Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin fakat siz nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle (böylece) alay edeceğiz! Kendisini rezil edecek azâbın kime geleceğini ve sürekli bir azâbın kimin ba­şına ineceğini yakında bileceksiniz!»” (Hûd, 38-39)

Hak ve hakîkate kalbleri körelmiş halk, gece gelip gemiyi yakmak istiyorlar, yakamayınca:

“–Bu senin sihrindir!” diyorlardı. Gemiyi kirletiyorlardı. Bir müddet daha sonra uyuz hastalığına yakalandılar. Tedâvî için kendi pisliklerini yüz­lerine sürmeye mecbûr kaldılar. Cenâb-ı Yargı, onları bu alâmetlerle îkâz ettiği hâlde intibâha gelmiyor, bir türlü uyanmıyorlardı.

NUH TUFANI NASIL OLDU?

Nûh -aleyhisselâm- ve mü’minlerin inşâ ettiği gemi güç şartlara dirençli sert ağaçtan yapılmıştı. Üç katlı olduğuna, iki ya da dört senede tamamlandığına ve içinde alev yakılarak buharla çalıştığına dâir rivâyetler vardır.

İbn-i Abbâs’tan rivâyete tarafından gemiye insanlardan sek­sen kişi bindi. Âdem -aleyhisselâm-’ın Cebrâîl göre getirilen “Tâbût”u da gemiye alındı ve erkeklerle kadınlar arasına konuldu. (İbn-i Sa’d, I, 41)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Nihâyet emrimiz gelip de fırın kaynadığı (fâra’t-tennûr: meslek kızışıp sular kabarmaya başladığı) süre Nûh’a:

«–Her şeyden iki çifti, aleyhlerinde hüküm verdiklerimiz hâriç, âileni ve îmân edenleri gemiye bindir!» dedik. Zâten, onunla beraber îmân eden pek azdı.” (Hûd, 40)

Âyette geçen “tennûr” kelimesi, lügatte fırın demektir. Başka mânâlara da ge­lir. Buradan hareketle bâzı âlimler, Nûh -aleyhisselâm-’ın gemisinin ateşle kaynayan bir kazan tertibâtına sâhip, buharla çalışan bir gemi olduğunu söylerler.

HZ. NUH’UN (A.S.) GEMİSİNE KİMLER BİNDİ? - Hz. Nuh’un (a.s.) Gemisine Binenler

Diğer bir âyet-i kerîmede gemiye binenler hakkında şu bilgi verilmektedir:

“O’na şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhâfazamız altında) ve bildir­diğimiz şekilde gemiyi yap! Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başla­yınca, her cinsten birer çifti ve bundan başka, içlerinden, daha önce kendisi karşı hüküm verilmiş olanların dışındaki âileni gemiye al! Zulmetmiş olanlar husûsunda Bana hiç yakarma! Zîrâ onlar, kuşkusuz boğulacaklardır.” (el-Mü’minûn, 27)

Gemiye hayvanlar da alınmıştı. Rivâyete göre Nûh -aleyhisselâm-, yılan ve akrebi gemiye elde etmek istemedi. Onlar da:

“–Senin ismini zikredenlere hasar vermeyiz!” diyerek söz verdiler.

Buna binâen buyrulmuştur ki, akrep ve yılan tehlikesiyle aleyhinde karşıya kalan birey:

“Bütün âlemler içinde Nûh’a selâm olsun!” (es-Sâffât, 79) âyet-i kerîmesini hâlis niyetle okursa, onların zararından korunmuş olur.

Nûh -aleyhisselâm- Allâh’ın emri istikâmetinde gemiye binecekleri bindirdikten ve zorunlu hazırlıkları tamamladıktan daha sonra tûfanın alâmetleri görünmeye başladı. Âyet-i kerîmede bu başlangıç şöyle tasvîr edilir:

“Bunun üzerine biz sağanak hâlinde boşalan bir su (yağmur) ile gök kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık. Derken o sular takdîr edilmiş bir iş (tûfan âfeti) için birleşiverdi.” (el-Kamer, 11-12)

Nûh -aleyhisselâm-’ın oğlu Ken’lahza gemiye binmeyenlerdendi. Hazret-i Nûh, son kere kendisine nasîhat ettiyse de fâide vermedi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdise şöyle nakledilmektedir:

“...Nûh, gemiden uzakta yer alan oğluna: «Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin; kâfirlerle beraber olma!» diye nidâ etti. Oğlu: «Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım!» dedi. (Nûh): «Bugün Allâh’ın emrinden (azâbından), acıma sâhibi Allâh’tan diğer koruyacak kimse yoktur!» dedi…” (Hûd, 42-43)

Oğluna yaptığı bu nasihatler üstünlük vermeyince Nûh -aleyhisselâm-, Rabbine yöneldi ve:

“Ey Rabbim! Kuşkusuz oğlum da âilemdendir. Sen’in va’din ise muhakkak haktır. Sen hâkimler hâkimisin!” (Hûd, 45) diye yalvardı.

Nûh -aleyhisselâm-’ın, kavmine bedduâ ettikten sonradan oğluna duâ etmesi, O’nun zellesi oldu. Zîrâ Allâh -celle celâlühû-, O’nu zâlimler için duâ etmekten nehyetmişti. Bu şart karşısında câhillerden olmaması için de ilâhî îkâz geldi:

“Allâh buyurdu ancak: «Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı fena bir iştir. O hâlde hakkında alim olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana câhillerden olmamanı öğüt ederim!» Nûh (yaptığı zellenin farkına vararak) dedi fakat: «Ey Rabbim! Ben Sen’den, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten tekrar Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acıma etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olu­rum!»” (Hûd, 46-47)

HZ. NUH’A (A.S.) NIÇIN “NUH” DENMİŞTİR?

Rivâyete tarafından Nûh -aleyhisselâm-, bu zellesinden nedeniyle fazla ağlayıp gözyaşı döktüğü için kendisine “Nûh” denildi.

Nûh -aleyhisselâm- istiğfâr ederek kusurundan hemencecik dönmüştü. Ama oğlu küfürden dönmedi ve sonunda:

“…Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.” (Hûd, 43)

Yalnız Hazret-i Nûh, O’na îmân edenler ve gemiye alınan mahlûkât emniyet-i ilâhiyeye mazhardı. Binmiş oldukları gemi, dağlar gibi dalgalar arasında yürü­yordu. Allâh Teâlâ buyurur:

“Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu...” (Hûd, 42)

“İnkâr edilmiş olan (Nûh’a) bir mükâfât elde etmek üzere gemi, Bizim nezâretimizde akıp gidiyordu. And olsun ki, onu bir ibret olarak bıraktık, ibret bölge yok mudur? (Ey halk müziği bakın;) Benim azâbım ve uyarılarım nasılmış!” (el-Kamer, 14-16)

HZ. NUH’UN (A.S.) ŞÜKÜR DUASI

Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-, gemiye binmeden önce kendisine öğretilen şu duâ vesîlesiyle selâmet içindeydi:

“…«Bizi zâlim milletten kurtaran Allâh’a hamd olsun! Rabbim! Beni verimli bir yere indir! Sen ağırlayıp ikrâm edenlerin en hayırlısısın.» de!” (el-Mü’minûn, 28-29)

Rivâyete göre tûfan, Receb ayının birinci gününde başladı ve gemi altı ay su üzerinde sey­retti. Sonradan Allâh Teâlâ yere ve göğe emretti:

“Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!..” (Hûd, 44)

Bu emr-i ilâhî üzerine sular çekildi ve gemi, 10 Muharrem Âşûra gününde Cûdî Dağı’na indi. Daha Sonra Nûh -aleyhisselâm-’a Cenâb-ı Yargı göre:

“«Ey Nûh! Sana ve seninle berâber olan ümmetlere bizden selâm ve bolluk­lerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyâda) faydalandıracağımız, daha sonra da bizden kendilerine çile verici bir azâbın dokunacağı ümmetler de olacaktır.» denildi.” (Hûd, 48)

Hazret-i Nûh -aleyhisselâm- ve mü’minler necât bulmuşlardı. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Biz Nûh’u ve berâberindekileri doymuş bir gemi içinde taşıyarak kurtardık!” (benzeşen-Şuarâ, 119)

“...Onları ötekilerin yerine geçirdik, halîfeler yaptık! Âyetlerimizi yalanlayan­ları da (denizde) boğduk. Bak ancak uyarılanların (fakat inanmayanların) sonu nasıl oldu?!” (Yûnus, 73)

Dünyâda felâket, âhirette hazin azâb...

Cenâb-ı Yargı, zâlimlerin âkıbetini âyet-i kerîmede şu şekilde bildirir:

“Onlar günahları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine Allâh’tan diğer asistan bulamadılar.” (Nûh, 25)

Tefsîr-i Kurtubî’de Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’den rivâyet edilir fakat:

“Ümmetim gemiye bindiklerinde, besmele çekerek;

“…O’nun yürümesi ve durması Allâh’ın adıyladır. Rabbim bağışlar ve merha­met eder.” (Hûd, 41) âyeti ile beraber,

“Onlar, Allâh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler, O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşrik­lerin iki taraflı koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (ez-Zümer, 67) âyetini okur­larsa, boğulmaktan emîn olurlar.” (Kurtubî, IX, 37)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolculuğa çıkarken hayvanı üzerine binip ayrıntılarıyla yerleşince üç kere tekbir getirir ve:

“Bunu bizim hizmetimize veren Allâh’ı tesbîh ve takdîs ederiz; yoksa biz buna zor yetiremezdik. Kuşkusuz biz Rabbimize döneceğiz.” (ez-Zuhruf, 13-14) âyetlerini okur, daha sonra da şöyle duâ ederdi:

“Ey Allâhım! Biz, bu yolculuğumuzda Sen’den iyilik ve takvâ, üstelik bizi râzı olacağın amellere muvaffak kılmanı dileriz. Ey Allâh’ım! Bu yolculuğumuzu kolay kıl ve uzağı yakın et! Ey Allâh’ım! Seferde yardımcım, geride kalan çoluk çocuğumun koruyucusu Sen’sin. Ey Allâh’ım! Yolculuğun zorluklarından, üzücü şeylerle karşılaşmaktan ve dönüşte malımızda, çoluk çocuğumuzda fena hâller görmekten Sana sığınırım.”

Efendimiz yolculuktan döndüğünde de benzer sözleri söyler ve şu cümleleri ilâve ederdi:

“Biz yolculuktan dönen, tevbe eden, kulluk yapan ve Rabbimiz’e hamd eden kişileriz.” (Müslim, Hac, 425; Ebû Dâvûd, Cihâd, 72)

İNSANLIĞIN İKİNCİ ATASI - İnsanlığın İkinci Babası

Âlimlere göre tûfân, umûmîdir. Yeryüzünün her tarafını su kaplamıştır. Nişâncızâde Muhyiddîn Mehmed, Mir’ât-ı Kâinât adlı kitabında şöyle der:

“Gemi oturunca, seksen kişi «Medînetü’s-Semânîn» şehrini kurdular. Bu şehre «Sûk-i Semânîn» de denmektedir.”

İnsanlığın ikinci kez çoğalması, işte bu seksen kişiden olmuştur. Nûh -aleyhisselâm-’ın büyük oğlu Sâm, zekî, zeki ve sâlih bir zât idi. Babasından sonra o vekîl oldu. Hazret-i Nûh’un hayır duâlarına mazhar oldu. Sâlih halk da ekseriyetle O’nun neslinden gelmiştir. Araplar ve Farslar onun sülâlesinden çoğalmıştır.

Diğer oğlu Hâm’dan Hind, Habeş ve Afrikalılar; Yâfes’cilt Rus, Slav ve Türk soylarının çoğaldığı tahmin edilmektedir. Asyalılar ve -Bering Boğazı’ndan geçtiği tahmin edilen- Amerikalılar’ın yerlileri (Kızılderililer) de ondan çoğal­mıştır.

Lakin süre geçince, dînî hakîkatler yeniden unutuldu. İnsanlar, yıldızlara, Güneş’e ve heykellere tapar oldular.

Müfessir Fahreddîn er-Râzî’nin beyânına tarafından, Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh -aleyhisselâm-’ın, kavminin içinde 950 sene çileli ve muzdarip bir hâlde bulunduğunun bildirilme­si, Rasûlullâh’ı tesellî içindi. Nûh -aleyhisselâm-, binbir çile ve ıztırâba uzun müddet katlanıp sab­retmesiyle ümmete çok iyi bir misal olmuştur.

AŞURE GÜNÜ

Gemi, Âşûra günü olarak bilinen Muharrem ayının 10. gününde selâmetle Cûdî Dağı’na indikten sonradan Hazret-i Nûh ve mü’minler, şükrâne olarak oruç tuttular. Kalan erzaktan âşûra pişirdiler. Bu sebeple o gün (Muharrem’in 10’unda) sadaka devretmek, tatlı yaymak ve oruç tutmak sünnettir.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şöyle rivâyet eder:

“Ramazandan sonradan en sevaplı oruç, Allâh’ın ayı olan Muharrem’de tutulandır.” (Müslim, Sıyâm, 202)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şöyle rivâyet etmiştir:

“Bir adam gelip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’ne sordu:

«–Yâ Rasûlallâh! Ramazan’dan daha sonra hangi ayda oruç tutmamı emir buyurur­sunuz?»

Efendimiz Hazretleri cevâblarında:

«–Eğer Ramazan’dan daha sonra oruç tutacaksan, Muharrem’de tut! Zîrâ o, Allâh’a âit bir aydır; onda bir gün vardır fakat, Allâh, bir kavmin tevbesini o günde kabûl bu­yurdu; diğer kavimlerin de tevbe ve niyâzlarını o günde kabûl eder.» buyur­dular.” (Tirmizî, Savm, 40/741)

O gün, Âşûra günü; o kavim de, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kavmi Benî İsrâîl idi.

Yahûdîler bu bakımdan Âşûra gününü bayram olarak seçmişler, o günde ka­dın-erkek daima birlikte süslenmeyi âdet edinmişlerdi.

Maamafih, o günde, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Allâh’a şükür niyetiyle oruç tut­masına binâen birtakım yahûdîler, peygamberlerine uyarak, Âşûra gününü oruçlu geçirirlerdi.

AŞURE GÜNÜNÜN FAZİLETLERİ - Aşure Gününün Önemi

Bu günün fazîletleri cümlesinden olarak Cenâb-ı Hakk’ın;

Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesini bu günde kabûl ettiği ve O’nu bu günde “Safiyyullâh” kıldığı, İdrîs -aleyhisselâm-’ı yüce bir mekâna bu günde ref ettiği, Hazret-i Nûh’u gemiden bu günde çıkardığı, Hazret-i İbrâhîm’i ateşten bu günde kurtardığı, Tevrât’ı Mûsâ -aleyhisselâm-’a bu günde indirdiği, Hazret-i Yûsuf’u zindandan bu günde kurtardığı, Hazret-i Yâkûb’a gözlerini bu günde iâde buyurduğu, Hazret-i Eyyûb’u bu günde şifâya kavuşturduğu, Hazret-i Yûnus’u ba­lığın karnından bu günde kurtardığı, Benî İsrâîl için Kızıldeniz’i yararak onları bu günde selâmete ulaştırdığı, Dâvûd -aleyhisselâm-’ı bu günde mağfiret ettiği, Hazret-i Süleymân’a bu günde mal ve saltanat verdiği, Ve Hazret-i Muhammed Mustafâ -aleyhissalâtü vesselâm-’ı geçmiş ve gelecek günahlarından bu günde mağfiret buyurduğu rivâyet olunur.

AŞURE ORUCU

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- Hazretleri’nden mervîdir:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den Medîne’ye hic­retlerinde yahûdîlerin oruç tuttuklarını görmüşlerdi. Sebebini sorduklarında yahûdîler:

«–Bugün şanslı, yardımsever ve büyük bir gündür. Allâh, bu günde Mûsâ ve kavmi Benî İsrâîl’i düşmanlarından kurtarıp Firavun ve avanesini denizde boğdu. Mûsâ, Allâh’a şükrân olarak bu gün oruç tuttu; biz de tutuyoruz.» dediler.

Bunun üzerine Efendimiz Hazretleri:

«–Biz Mûsâ’ya ittibâ husûsunda sizden daha yakın ve lâyıkız. Zîrâ, adalet dînin esaslarında ayrılığımız yoktur ve O’na da, getirdiklerine de inanıyoruz.» buyurdu­lar. Sonra da, ilk önce kendileri elde etmek üzere mü’minlerle beraber Âşûra gününü oruçlu geçirdiler.” (Buharî, Savm, 69, Enbiyâ, 22; Müslim, Sıyâm, 127/1130)

Bir başka hadîs-i şerîfte de, yahûdîlere benzememek için bu orucun, Muharrem’in ya dokuz ve onuncu günü, ya da on ve onbirinci günü edinmek üzere en düşük iki gün olarak tutulması emredilmiştir. Bu hadîs-i şerîf muktezâsınca, ibâdette dahî gayr-i müslimlere muhâlefet etmek gerekmektedir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz rivâyet ederler fakat:

“Kureyş, câhiliye devrinde Âşûra günü oruç tutuyorlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de peygamber olmadan önce bu orucu tutarlardı.” (Buharî, Savm, 69, Menâkıbu’l-Ensâr, 26, Tefsîr, 2/24)

Bir müddet Medîne’de de bu Âşûra orucuna devâm edildi. Ramazan orucu farz olunca Âşûra orucu, insanların tercihine bırakılarak nâfile bir ibâdet hâline geldi. Ramazan’dan önce Âşûra orucuna vücûben devâm edildiği Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinden anlaşılmaktır.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Ramazan orucu (farz olmazdan) önce Âşûra orucu tutuluyordu. Ramazan orucu farz kılındıktan daha sonra onu dileyen tuttu, dileyen de tutmadı.” (Buhârî, Savm, 69; Müslim, Sıyâm, 115)

Hadîs-i şerîfte o günü oruçlu geçirmek hakkında:

“Her kim sabahleyin iftâr ettiyse, günün geri kalanını imsâk etsin; yâni birşey yemesin! Her kim oruca hedef etti ise, orucunu tamamlasın!” (Buhârî, Savm, 69) buyrulmak sûretiyle sünnet olan bu orucun ne değin fazîletli olduğu gösteril­mektedir.

NUH KAVMİ NIÇIN HELAK OLDU?

Nûh Kavminin Helâk Sebeplerinden Başlıcaları

1. Küfür içindeydiler. Peygamberlerini, haşri ve neşri inkâr ediyorlardı.

2. Putlara tapıyor ve şirki teşvîk ediyorlardı.

3. Nûh -aleyhisselâm-’ı küçümsüyor, âsî olup O’na ızdırap ediyorlardı.

4. Kibirliydiler; fakîrlere “reziller” diye hitâb ediyorlardı. Hikmet sâhiplerini de küçük görüyorlardı. Hakîkaten, kibirleri yüzünden fakîrlerle oturmayı isteme­mek de, helâk olan kavimlerin fena hasletlerinin başlıcalarındandır.

5. Kadınlarında edeb, namus ve hayâ yoktu.

6. Dünyâ lezzetlerine fazla düşkündüler.

7. Şükretmiyorlardı. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, verdiği nîmetlere şükredilmesini ve nankörlük edilmemesini emretmektedir. Bir hadîs-i şerîfte şükür ve dayanma ehli şöyle tavsîf edilmiştir:

“İki haslet vardır ki, bunlar her kimde bulunursa Allâh onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Bu iki haslet kendisinde bulunmayan kimseyi ise şükredici ve sabredici olarak yazmaz:

Her kim dînî hususlarda kendinden üstün olana bakıp ona uyar ve dünyevî konularda ise kendinden altında olana bakıp, Allâh’ın verdiği nîmetlere hamdederse, işte böyle olan kimseyi Allâh, şükredici ve sabredici olarak yazan. Dînî hususlarda kendinden aşağı olana bakan, dünyevî konularda ise kendinden üstün olana bakıp elde edemediklerine üzülen kimseyi de Allâh şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)

Nûh -aleyhisselâm- çok şükredici bir kuldu. Allâh Teâlâ onun bu husûsiyetini, bütün in­sanlığı ilâhî nîmetler aleyhinde şükredici olmaya teşvîk için şöyle hatırlatır:

“Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul idi.” (el-İsrâ, 3)

Nitekim Nûh -aleyhisselâm- bir şey yiyip içmesinden elbise giymesine değin, her hareketinde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd hâlindeydi. Giyinirken, yerken “besmele” çeker; yediğini bitirince veya giydiğini çıkarınca da “elhamdülillâh” derdi. Bunun için Cenâb-ı Hak ona “Abden şekûrâ: şükredici bir kul” ismini vermiştir. (İbn-i Hanbel, ez-Zühd, s. 50)

Şükür; kulun, ihsân edilen nîmetlere ve iyiliklere karşı sevinerek onları ihsân eden Rabbine dağıtılmış söz ve davranışlarla hâlisâne bir kullukta bulunmasıdır. Bu da gösteriyor oysa şükür, nîmetin hakîkî sâhibini bilmenin ismidir.

Seriyyü’s-Sakatî -kuddise sirruh- buyurur:

“Bir kimse bir nîmete kavuşur, ama şükrünü îfâ etmez ise, o nîmet elinden alınır!”

Nitekim Cenâb-ı Yargı âyet-i kerîmede buyurur:

“…Eğer şükrederseniz, kesinlikle size (nîmetimi) artırırım. Ve eğer nankörlük eder­seniz, hiç şüphesiz azâbım fazla şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7)

HZ. NUH’UN (A.S.) ÖZELLİKLERİ

Nûh Aleyhisselâm’ın Bâzı Vasıfları

1. Hizmet ehli olması,

2. Denize açılması ve denizden istifâde etmesi,

3. Çok şükreden ve sabreden bir kul olması,

4. İstiğfârının bol olması.

Nûh -aleyhisselâm-’ın peygamberliği 950 sene sürmüş ve Allâh’ın bu ulu peygamberi, uzun bir ömürden sonradan her fânî gibi rûhunu Rabbine teslîm etmiştir. Vefâtı esnâsında yanında yer alan evlâdlarına Ulu Allâh’a ibâdete devam etmelerini emretti. Sonra oğlu Sâm’a:

“Yavrum, kalbinde zerre miktarı bile olsa şirk varken kabre girme! Çünkü Allâh Teâlâ’nın huzûruna müşrik olarak gelen kimse için hiçbir mâzeret yoktur.

Yavrum, kalbinde zerre miktarı kibir olduğu hâlde kabre girme! Çünkü Kibriyâ Ulu Allâh’ın ridâsıdır. Ridâsı hakkında münâzaa eden yâni Cenâb-ı Hakk’a kasıtlı olarak bir sıfatı kendisine lâyık görebilen kimseye Allâh Teâlâ gazap eder.

Yavrum, kalbinde zerre miktarı yeis (rahmetten ümit kesme) bulunduğu hâlde kabre girme! Çünkü dalâlete düşmüş olan kimselerden başka biri Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez.

Yavrum, sana «لا اله الا الله» sözcük-i tevhîdini emrediyorum. Çünkü yedi kat göklerle yedi kat yer, terâzinin bir kefesine, sözcük-i tevhîd diğer kefesine konsa, bu ondan daha ağır gelir.” (İbn-i Hanbel, Müsned, II, 170; ez-Zühd, s. 51; Heysemî, IV, 219)

Rivâyete tarafından vefâtı yaklaştığı sırada Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’a:

“–Ey Ebu’l-Beşer, ey uzun ömürlü Peygamber! Dünyâyı nasıl buldun? diye soruldu.

Nûh -aleyhisselâm-:

“–Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, öteki kapısından çıktım.” cevâbını verdi. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 73)

Hazret-i Nûh -aleyhisselâm- kendisine kamıştan bir kulübe yapmıştı. O’na:

“–Keşke kendine bundan daha sağlam bir konut yapsaydın.” denilince:

“–Ölecek bir kimse için bu bile fazla!” demiştir. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 145)

Şirkin, küfrün ve zulmün muhtelif eziyetleri altında 950 seneye yakın bir zaman halkına göstermiş olduğu tahammülle, kendisinden sonraki peygamberler ve ümmetlerine örnek gösterilerek, ilâhî iltifâta mazhar olan Nûh -aleyhisselâm-’dan bizlere kalan en hoş mîras “sabır”dır.

Dipnot:

1 Ülü’l-azm peygamberler: En yüksek derecedeki peygamberler olup bunlar: Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ, Âdem ve Nûh -aleyhimüsselâm-’dır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/hz-nuh-a-s-kimdir.html