Kalem Suresi 17. ayeti ne anlatıyor? Kalem Suresi 17. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Kalem Suresi 17. Ayetinin Arapçası:

اِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَٓا اَصْحَابَ الْجَنَّةِۚ اِذْ اَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِح۪ينَۙ

Kalem Suresi 17. Ayetinin Meali (Anlamı):

Kuşkusuz biz, böyle nimetler devretmek suretiyle insanları sınıyoruz. Tıpatıp bir zamanlar şu bahçe sahiplerini sınayıp belâya uğrattığımız gibi: Hani onlar, sabahleyin olur olmaz bağlarının ürününü toplayacaklarına dâir yemin emişlerdi.

Kalem Suresi 17. Ayetinin Tefsiri:

“Bahçe sahipleri” kıssasında anlatılan mevzu, Allah’a karşısında nankörlük yapan, malını hayır yolarında harcamaktan sakınan, fakirlerin ve yoksulların hakkını vermeyen kimselerin akıbetini beyândır. Bu kıssada dinleyicilerin veya seyircilerin ilgilerini çekecek o kadar canlı sahneler dikkatlere sunulmaktadır:

Birinci sahne: Bu sahnede “bahçe sahipleri”nden söz edilmektedir. Bununla ilgili tanıdık rivayetlerin özeti şudur: Yemen’de San’a’ya yakın Savran denilen yerde sâlih bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan fakirlerin ve yoksulların hakkını verirdi. Derken adam vefat etti. Bu tahvil da çocuklarına kaldı. Onlar ise insanların ondan faydalanmasına engel oldular ve üzerlerine düşen Allah hakkını ödemediler. Neticesi de Allah Teâlâ’nın haber verdiği cezaya uğradılar. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 77)

Şu Anda karşımızda bahçe sahipleri var. Bunlar bazı kolay ve bedevi ruhlu ahali. Zihin ve hareketleri bakımından sade ve saf köylü takımına benziyorlar. Bunlar bu vasıflarıyla, ruh yapıları henüz fazla fazla kompleks olmayan, yaşantıları sade ve iptidai bir yapıya sahip olan Mekke müşriklerini yansıtıyorlar. görünürde bunların devşirilmeye hazırlanmış bir bahçeleri var. Bu bahçe hakkında arasında fısıldaşıyorlar, gizli gizli konuşuyorlar. Babalarının yaptığı gibi fakirlere bir pay ayırmayı hiç düşünmüyorlar: “Yarın belirlenmiş bahçemize gidelim, onu devşirelim, fakirlere de haber vermeyelim” diyorlar. Allah’ı da hiç hesaba katmıyorlar, “İnşâallah: Allah dilerse, Allah nasib ederse” de demiyorlar. Ya Da bahçenin tüm ürününü yalnızca kendileri için devşirmeyi planlayıp, fakirlerin haklarını istisna etmiyorlar. Sabahleyin yapacakları işlerini böylece kararlaştırdıktan sonra uykuya dalıyorlar. Onları acilen, her gafil kimsenin yaptığı gibi, Allah’tan ve O’nun azabından emniyet içinde horul horul uyur halde seyrediyoruz.

İkinci sahne: Onlar uyumaya devam ediyorlar lakin Allah Teâlâ uyanık bulunmaktadır. Onu asla bir uyku ve uyuklamanın tutması mümkün değildir. Allah Teâlâ onların, akşam yatmadan önce aralarında yaptıkları konuşmadan ve verdikleri karardan memnun olmuyor. Bilakis onlara gazap buyurarak geceleyin bir afetle bahçelerini yakıp değil etmeyi murad ediyor. Kuşkusuz O, murad ettiği her şeyi yapmağa kadirdir: Süre gece ve biz o güzelim bahçenin yanındayız. Görebildiğimiz değin onu görüyoruz. bir de bakıyoruz bahçeye bir felaket geliveriyor. Bahçenin bulunduğu vadiden bir alev çıkıyor ve bahçenin her tarafını sararak kökünden yakıp kavuruyor. Biz derhal o bahçenin meyveleri indirilmiş, mahsulatı biçilmiş, her şeyi yanıp simsiyah olmuş, hiçbir faydası olmayan kumluk bir araziye döndüğünü yakînen görüyor ve biliyoruz. Fakat bahçe sahipleri... Onların bu olup bitenlerden haberleri yok. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Etsinler bakalım sonuç ne olacak?

Üçüncü sahne: Evet, gece sona eriyor, sabahleyin oluyor. Adamlar uykularından uyanıyorlar. Gözlerini ovuştura ovuştura yataklarından kalkıyorlar. Yatarken verdikleri kararlarında bir değişim değil. Bilakis azimleri daha da bilenmiş. Uyku faslından daha sonra yorgunlukları gitmiş; dinçlikleri ve neş’eleri de yerinde. Birbirlerine sesleniyorlar: “Eğer mahsullerinizi devşirecekseniz erkence koşun!” Mahsullerin kendilerine ait olduğunu sanıyorlar ve ona içten düşman üzerine gider gibi hırsla gitmeyi planlıyorlar. Derhal yerlerinden fırlıyorlar. Acilen onların, bahçelerine doğru hızlı adımlarla koşar gibi yürüdüklerini görüyoruz. Yürürken de aralarında fısıl fısıl bir şeyler konuştuklarını hissediyoruz. Ama ne konuştuklarını anlayışlı olmak o kadar baskı. Kimse duymasın diye seslerini kıskanır bir şekilde epeyce yavaş konuşuyorlar. Biz de onların ne konuştuklarını anlamak için sözlerine kulak kesiliyoruz. Nihayet anlıyoruz fakat şöyle diyorlar: “Sakın bu gün karşınıza hiçbir yoksul çıkıp, oraya girmesin!” Onlar kendi zanlarınca fakirleri o bahçenin hayrından men edebilecekleri umuduyla, “biz bu bağı devşirmeye ve fakirlere vermemeğe kadiriz” diyerek hızlı ve neş’eli bir şekilde çekip gidiyorlar. Halbuki güçleri ama kendilerini hayırdan engellemeye yetiyordu. Ama bunu yakında bileceklerdi.

Dördüncü sahne: Şimdi biz, o bahçe sahiplerinin bilmedikleri şeyi biliyoruz. Evet biz, gecenin karanlığında uzanan o sıcacık ve görünmez eli gördük. Bahçenin bütün meyvelerini yok ettiğini seyrettik. O dehşet ve benzi atmış kesici kudret elinin birden meyveleri kökünden kesip attığını gördük. Adamlar hırsla ve inatla yürüyorlar. Nihayet bahçelerinin yanında ulaşıyorlar: O da ne!... Yanmış, simsiyah indirimli bir arazi! Şaşırıp kalıyorlar. Başta: “Bizim meyve yüklü bahçemiz bu olmasa lüzum. Yolu yitirdik, hatalı geldik nasıl olursa olsun!” diyorlar. Sonradan dönüp adamakıllı bakıyorlar. Hayır, hayır! Hatalı gelmemişlerdi, yolu da şaşırmamışlardı. Ama bahçeleri yanıp kül olmuştu. Böylece yoksun bırakıldıklarını; fakirler hakkında kurdukları aldatma ve oyunlarının kötü akıbetine uğradıklarını adamakıllı anlıyorlar. Hayalleri suya düşüyor, ümitleri kesilip ye’se kapılıyorlar. Son derece pişman oluyorlar. Biz de onların pişmanlıklarını izliyoruz.

Beşinci sahne: Bu şahısların arasında aklı erer insaflı biri var. görünen o ki o, bunların görüşünde yok. Lakin görüşünde yalnız olunca onlara uyarlamak zorunda kaldı. Dolayısıyla onların başlarına gelen bunun başına da geldi. Bu adam onlara evvelden tavsiye ettiğini: “Tesbih etse idiniz! Allah Teâlâ’nın yüceliğini taNisânız, O’nun noksandan münezzeh bir sübhân bulunduğunu, hâkimiyetini kimseye vermeyeceğini, alçaklığı, haksızlığı, tahakkümü sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da istibdada sapmasanız” dediğini anlıyoruz. Lakin o süre onu dinlememişler, bildiklerini yapmışlar, Allah da onlara bildiğini yapmıştır. Ama o zat şu anda, daha önce onlara söylediklerini her tarafta hatırlatarak intibaha gelmelerini özlem ediyor. Pek de oluyor. Bakıyoruz adamlar felaketi gördükten daha sonra, akıllılarının da ikazıyla intibaha geliyorlar. Allah’ı tenzih ediyorlar, kendilerinin haksız olduğunu; akılsızca yapılan yemin, istisnayı terk ve fakirlere bakmamağa azmetmekle nefislerine yazık ettiklerini itiraf ediyorlar. Yaptıkları kusurları dile getirip birbirlerine pişmanlıklarını anlatıyorlar. Birbirlerini kınıyorlar. Nihayet şu karara varıyorlar: “Eyvahlar olsun bize! Bizler gerçekten azgınlar imişiz. Cezayı adalet etmişiz. Bütün kusur bizim. Rabbimiz ise tüm kusurlardan münezzeh. Biz de O’nun kuluyuz. Böyle bir Rabbimiz varken, biz de O’nun kuluyken niçin ümidimizi keselim, neden tevbe ile O’na yüz tutmayalım? Hatalarımız sebebiyle o bahçeyi elimizden çıkardık ise, biz ihlas ile O’na yüz tuttuğumuz takdirde O bize daha hayırlısını ve daha iyisini verebilir” diyorlar. Allah’tan daha iyi bir bahçe hatta her türlü bela ve felaketten azade olan âhiret cennetini istiyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, tüm varlıklarıyla Allah’a yöneldiklerini; tüm rağbetlerini münhasıran O’na çevirdiklerini; sadece O’nun rızâsına ermek, artık daima O’nun için hedeflemek iştiyakında olduklarını açıklama ediyorlar: “Biz artık Rabbimizi, O’nun hoşnutluğunu arzuluyoruz! Verir vermez, alır almaz biz ona karışmayız. Biz ama O’nun rızâsını isteriz” diyorlar.

Son sahne: Dünya azabı böyledir. Bilenleri, kavramak ve bilmek kabiliyetinde olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir; daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine sebep olur. Allah Teâlâ’nın bela vermesinin, acı azab ile cezalandırmasının hikmeti de budur. Âhiret azabı ise daha büyüktür. Âhiret azabı mala yok canadır. Geçici değil ebedîdir. O bir defa başa geldikten sonradan intibahın faydası yoktur. İntibah arttıkça onun şiddeti artar.  Âhiret azabı sondur, o tecrübeye gelmez, bundan böyle bütün tecrübeler onda halsiz, neticesini vermiş olur. Keşke halk bu gerçeği bilip uyansalar, Allah’a dönseler, O’na gerçek anlamda kulluk etseler. Bu bahçe sahiplerinin, ama afet geldikten sonra intibaha geldikleri gibi, bunlar böyle bir akibete uğramadan ve hatta âhiret azabıyla yüz yüze gelmeden intibaha gelseler kendileri için çok daha şanslı olacaktır.

Çünkü:

Kalem Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Kalem Suresi 17. ayetinin meal karşılaştırması ve öteki ayetler için tıklayınız...

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/kalem-suresi-17-ayet-meali-arapca-yazilisi-anlami-ve-tefsiri.html