Peygamber (s.a.v.) Efendimiz nasıl müjde verir ve tebrik ederdi? Hayırlı işler nedeniyle müjdeleme ve tebrik etme ile ilgili ayet ve hadisler.

Uğurlu işler vesilesiyle müjdeleme ve tebrik etme hakkında ayet ve hadis-i şerifler.

MÜJDE İLE İLGİLİ AYETLER

“Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele!.” (Zümer sûresi, 17–18)

Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerîmede mü’minleri müjdelemesini istediği zât, Resûlullah Efendimiz’dir. Allah Teâlâ Resûlü’nden başlıca iki özelliği olanları müjdelemesini istemektedir. Bu iyi halk müziği, Hakk’ı tanımayan ve içten yoldan uzaklaşan kimselerin peşinde gitmeyen ve değişik sözleri dinleyip onların en güzeline uyanlardır. Dinlenecek ve benimsenecek sözlerin en güzeli kuşkusuz Kur’ân-ı Kerîm’dir; sonradan Hz. Peygamber’in hadisleri, sonradan da İslâm büyüklerinin sözleri gelir. Bunları dinleyip değerlendiren, daha sonra da en hoş sözün gösterdiği yolu tutanlar, Allah’ın sayısız nimetleriyle müjdelenmeyi adalet edeceklerdir.

“Rableri onları, kendisinden bir rahmet, ebedi memnuniyet ve içinde kendileri için tükenmez nimetler yer alan cennetlerle müjdeler.” (Tevbe sûresi, 21)

Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın acıma ettiği, onlardan hoşnut olduğu, bu sebeple de kendilerine içinde bitmez tükenmez nimetler yer alan cenneti ikram ettiği o müjdelenecek bahtiyarlar, bir önceki âyette belirtildiğine kadar, “iman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler”dir. Allah’ın dinine sahip meydana çıkan ve bu uğurda sıkıntıya katlanan kimseler, her mü’minin sahip olmayı hayal ettiği en üstün şeyleri elde edeceklerdir. Bu en üstün ve en kıymetli şeyler Allah’ın rahmeti, hoşnutluğu ve içinden hiç çıkılmayacak olan tükenmez nimetlerle doymuş cennetlerdir.

“Size vaad olunan cennetle sevinin!” (Fussilet sûresi, 30)

Âyetin tamamı şöyledir: “Rabbimiz Allah’tır, deyip de, ondan sonradan her işinde doğruluktan ayrılmayanlara gelince, onlara melekler kazanç: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! derler.”

Allah’a gönülden inanan ve hiçbir zaman doğruluktan ayrılmayan kimseler ölecekleri süre melekler yanlarına gelecek ve onları “Korkmayın, üzülmeyin, size va’d olunan cennetle sevinin! diye müjdeleyeceklerdir.

“Biz de onu, yumuşak huylu bir oğlanla müjdeledik.” (Sâffât sûresi, 101)

İyi huylu ve uslu bir oğlu olacağı kendisine müjdelenen zât, bir sonraki âyette adını dobra dobra göreceğimiz Hz. İbrahim’dir.

“Andolsun ki elçilerimiz İbrâhim’e müjde getirdiler.” (Hûd sûresi, 69)

Allah Teâlâ’nın elçilerinin, yani Cebrâil, İsrâfil ve Mîkâil’in Hz. İbrâhim’e getirdiği müjde, bir önceki âyette sözü edilen iyi kalpli bir oğlandır. Bu oğlanın Hz. İshâk olduğu bir sonraki âyette görülecektir.

“İbrâhim’in karısı da ayakta durmuş dinliyordu; bu sözleri duyunca güldü. Ona da İshâk’ı, İshâk’ın arkasından da Ya`kûb’u müjdeledik.” (Hûd sûresi, 71)

Bir önceki “Misafire İkram Etmek” bahsinin giriş kısmında Zâriyât sûresi’nin 24-27. âyetleri açıklanırken bu konuya temas edilmişti. Lût kavmini helâk etmeye giden meleklerin önce İbrâhim aleyhisselâm’a uğradıkları, onların melek olduğunu bilmeyen Hz. İbrâhim’in hemen bir dana kesip kızarttığı, misafirlerin bunu yemediklerini görünce korkuya kapıldığı, bunun üzerine meleklerin kendilerini tanıttıkları belirtilmişti.

İşte bu esnada Hz. İbrâhim’in hanımı Sâre, misafirlere hizmet için ayakta durmuş bekliyor ve konuşmaları dinliyordu. Kendileri için yemek yemek hazırladıkları misafirlerinin melek olduğunu öğrenince, âyet-i kerîmede belirtildiği üzere gülmeye başladı. Melekler de ona İshâk’ı dünyaya getireceğini, daha sonraları da torunu Ya`kub’un doğacağını müjdelediler. O tarihte Hz. İbrâhim, müfessirlerin belirttiğine göre 120, karısı Sâre de 90 yaşındaydı. Âyet-i kerîmenin devamında belirtildiği üzere Sâre bu müjdeye şaştı ve:

“Olacak şey yok! Ben bir kocakarı, kocam da bir yaşlı iken çocuk mu doğuracağım? Bu doğrusu şaşılacak bir şey! dedi.” Melekler de ona, bunun Allah Teâlâ’nın rahmet ve bereketiyle mümkün olacağını söylediler.

“Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona: “Allah seni Yahyâ ile müjdeliyor” diye seslendiler.” (Âl-i İmrân sûresi, 39)

Önceki âyet-i kerîmelerde Allah Teâlâ’nın Hz. İbrâhim ile karısını, doğacak çocuklarını müjdeleyerek sevindirdiğini gördüğümüz gibi, bu âyet-i kerîmede de Zekeriyyâ aleyhisselâm’ı benzer şekilde sevindirdiğini görmekteyiz. Zira Hz. Zekeriyyâ Rabbine dua ederek bahtı açık bir çocuk istemişti. O da bu sevgili kuluna yakında Yahyâ adında bir oğlu doğacağını, diğer taraftan onun peygamber olacağını müjdeleyerek bahtiyar etmişti.

“Melekler demişlerdi ama: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Mesîh (Meryem oğlu Îsa)’dır.” (Âl-i İmrân sûresi, 45)

Âyet-i kerîmenin devamında, kutsal anlamındaki Mesîh lakabıyla anılacak olan Îsâ’nın dünyada da, âhirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldığı kimselerden olacağı, beşikte iken konuşacağı, yetişkinlik çağına gelince kendisine peygamberlik verileceği belirtilmekte ve böylece Hz. Meryem sevindirilmektedir.

Âyet-i kerîmede Hz. Îsâ’dan söz edilirken Allah’tan bir sözcük ya da Allah’ın kelimesi denmesinin sebebi şudur: Allah Teâlâ onu, babasız olarak mûcizevî bir doğumla dünyaya getirmek istemiş, Hz. Îsâ’ya “ol!” kelimesini söyler söylemez o da anasının rahminde karoser bulmuştur. Bu sebeple Hz. Îsâ’ya Allah’ın kelimesi denir.

MÜJDE İLE İLGİLİ HADİSLER

Hz. Hatice Annemizin Cennetle Müjdelenmesi

Ebû İbrâhim ya da Ebû Muhammed yoksa Ebû Muâviye Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hatice radıyallahu anhâ’yı cennette, içinde hiçbir gürültünün duyulmayıp hiçbir yorgunluğun hissedilmeyeceği, inciden yapılmış bir köşkle müjdeledi. (Buhârî, Umre 11, Menâkıbü’l-ensâr 20, Nikâh 108, Edeb 23, Tevhîd 32, 35; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 71-74. Keza bk. Tirmizî, Menâkıb 61; İbni Mâce, Nikâh 56)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Konumuzun başındaki sekiz âyet, Allah Teâlâ’nın dağıtılmış vesilelerle kullarını müjdelemekten hoşnut olduğunu ortaya koymaktadır. Bu hadîs-i şerîfin yukarıda gösterilen öteki rivayetlerinden öğrendiğimize göre, Resûlullah Efendimiz’e Cebrâil aleyhisselâm’ı gönderen, vefalı eşi Hz. Hatice’yi cennetle müjdelemesini emreden yeniden Allah Teâlâ’dır.

Hz. Hatice annemiz Allah’ın Resûlü’ne, ona kimsenin inanmadığı bir zamanda inanmış, dâvasının adalet olduğunu söyleyerek ona kuvvet vermiş, hiçbir desteğinin bulunmadığı bir sırada malını, mülkünü İslâm uğrunda harcamaktan çekinmemiş, İslâmiyet’deri önce on beş, İslâmiyet’cilt daha sonra da on sene edinmek üzere bütün 25 yıl süreyle sevgili ve vefalı hayat arkadaşının en büyük destekçisi olmuştu. Allah Teâlâ da vahiy meleğini göndererek onu cennette nâil olacağı nice nimetlerden biriyle müjdelemiş ve kendisini sevindirmişti.

Taberânî’deki rivayete tarafından, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Hatice’ye Allah Teâlâ’nın selâmını beyanat edince, İslâmî edebin inceliklerini iyi haberdar olan bu büyük insan, “Selâm O’dur ve selâm O’ndandır. Cebrâil’e de selâm olsun” diyerek Allah’ın selâmını almıştı.

Burada olduğu gibi, altında gelecek hadislerde de hem Allah Teâlâ’nın ayrıca de Resûlü’nün müjde verilmeye lâyık kimseleri çeşitli vesilelerle sevindirdikleri görülecektir. Bizim bundan alacağımız ders şudur: Müslümanların yapmakta oldukları güzel işleri daha pozitif bir şevk ve heyecanla yapmalarını temin etmek ve kendilerine verilecek müjdelerle yaşama sevinçlerini çoğaltmak hoş bir davranıştır. Elinde böyle imkânlar bulunan kimselerin onu esirgemeden kullanmaları gerekir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Hz. Hatice, kendisinden Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu bir insandı. Bu sebeple daha hayattayken cennetle müjdelendi. Mü’minleri hoş haberlerle sevindirmek Allah Teâlâ’nın âdetlerinden olduğu için bu ilâhî sünneti yaşatmak gerekir. Cennette, hiçbir gözün görmediği nimetler aralarında, en değerli taşlardan yapılma köşkler ve saraylar da vardır.

Cennetle Müjdelenen Üç Sahabi

Ebû Mûsâ el-Eşarî radıyallahu anh’ın anlattığına tarafından bir gün evinde abdest alıp dışarı çıkarken kendi kendine: “Bugün Resûlullah’tan hiç ayrılmayacağım; defalarca onun yanına bulunacağım” dedi. Sonra Mescid’e gidip oradaki sahâbîlere Peygamber aleyhisselâm’ın nerede olduğunu sordu. Onlar da:

- “Şu tarafa dürüst gitti” dediler.

Ebû Mûsâ olanları şöyle anlattı:

Resûl-i Ekrem’in gittiği yeri sora sora nihayet Eris Kuyusu’nun bulunduğu bahçede olduğunu öğrendim. Ben de bahçe kapısının yanında oturdum. Peygamber aleyhisselâm tuvalet ihtiyacını giderip abdest aldı. Ben de kalkıp yanına vardım. Baktım fakat Eris Kuyusu’nun kenarındaki taşların üstüne, kuyu ağzındaki bileziğin tam ortasına oturmuş, baldırlarını açarak ayaklarını kuyuya sarkıtmış. Kendisine selâm verdikten sonra geri dönüp kapının yanına oturdum. Kendi kendime: “Bugün Resûlullah’ın kapıcısı olacağım” dedim. O sırada Ebûbekir radıyallahu anh gelerek kapıyı çaldı.

- “Kim o?” diye sordum.

- “Ebûbekir dedi.

- “Azıcık bekle dedikten daha sonra Peygamber aleyhisselâm’ın yanına vardım ve: “Yâ Resûlallah! Ebûbekir geldi, huzura girmek için izin istiyor” dedim.

- “İzin ver ve onu cennetle müjdele” buyurdu. Geri dönüp Ebûbekir’e:

- “İçeri gir, Resûlullah seni cennetle müjdeliyor” dedim.

Ebûbekir içeri girdi. Peygamber aleyhisselâm’ın sağ tarafına geçip onun yanına, kuyunun ağzındaki taşın üstüne oturdu ve tıpatıp Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi baldırlarını açarak ayaklarını kuyuya sarkıttı.

Ben de geri dönüp yerime oturdum. Ben evden çıkarken abdest almakta olan kardeşim arkamdan yetişecekti. Onu düşünerek kendi kendime: “Eğer Allah Teâlâ falanın hayrını dilerse onu buraya getirir”, dedim. O sırada birinin kapıyı ittiğini gördüm.

- “Kim o?” diye sordum.

- “Ömer İbnü’l-Hattâb” dedi.

- “Biraz bekle” dedikten daha sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında gitgide artarak selâm verdim ve: Ömer geldi, huzura girmek için müsade istiyor dedim.

- “İzin ver ve onu cennetle müjdele” buyurdu. Ömer’in yanında dönerek:

- “Resûlullah içeri girmene müsade verdi ve seni cennetle müjdeledi” dedim.

Ömer içeri girdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sol tarafına geçerek kuyunun ağzındaki taşın üzerine oturdu ve ayaklarını kuyuya sarkıttı.

Ben de dönüp kapının yanına oturdum. Kardeşimi düşünerek kendi kendime: “Eğer Allah Teâlâ falanın hayrını dilerse onu buraya getirir” dedim. Bu sırada biri gelip kapıyı itti.

- “Kim o?” diye sordum.

- “Osman İbni Affân dedi.

- “Azıcık bekle, diyerek Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gittim ve onun geldiğini haber verdim.

-  “İzin ver ve başına gelecek belâ ile birlikte onu cennetle müjdele” buyurdu. Geri döndüm ve:

- “İçeri gir, Resûlullah başına gelecek belâ ile birlikte seni cennetle müjdeliyor” dedim.

Osman içeri girdi. Kuyu bileziğinde oturacak yer kalmadığını görür görmez, onların karşılarında bir diğer yere oturdu.

Saîd İbnü’l-Müseyyeb dedi ancak: Ben bu oturuş şeklini onların kabirlerine yordum. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 5, Edeb 119, Fiten 17, Ahbâru’l-âhâd 3; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 29. Ayrıca bk. Tirmizî, Menâkıb 18.)

Buhârî’nin bir rivayetinde şu fazlalık vardır:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana kapıyı korumamı emretti.

O rivayette şu ek de vardır:

Osman müjdeyi duyunca Allah’a hamd etti, sonradan da: Allah yardımcım olsun, dedi. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 6)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Eris Kuyusu (Bi’r-i erîs), Medine’ye üç kilometre uzaklıkta ve Kuba Mescidi’nin batı tarafında bulunmaktadır. Bu kuyu Erîs adlı bir yahudiye ait bahçede bulunduğu için Eris Kuyusu diye anılmıştır. Resûl-i Ekrem Efendimiz Kuba Mescid’ine giderken Eris Kuyusu’ndan abdest alır ve hadisimizde görüldüğü şekilde orada dinlenirdi. Tekrar bir gün Kuba’ya bu arada Eris Kuyusu’na uğramış, abdest alarak dinlenmeye başlamıştı. Kendisini Mescid-i Nebevî’de göremeyen dostları Resûl-i Kibriyâ’nın Kuba tarafına gittiğini öğrenince, namazı onunla birlikte Kuba Mescidi’nde kılmak düşüncesiyle peşinde gelmişler ve varsayım ettikleri gibi onu Eris Kuyusu’nun başında bulmuşlardı. Ola Ki de orada buluşmak üzere daha önce sözleşmişlerdi.

Bir rivayete tarafından Resûl-i Ekrem Efendimiz Ebû Mûsâ el-Eşarî’den kapıyı beklemesini istemiştir. Bunun sebebi, büyük bir ihtimalle, abdest bozarken birinin âniden içeri girmesine engel olmaktır. Hz. Ebû Bekir ile Ömer, Peygamber aleyhisselâm’ın huyunu bildikleri için, onun istirahatini bozmamak düşüncesiyle elbiselerini azıcık toplayarak ayaklarını kuyuya sarkıtmışlardı. Şayet bir kenara çekilip otursalardı, o süre Resûl-i Ekrem de ayaklarını toplar ve onlar gibi otururdu.

Hadîs-i şerîfte Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu üç müttakî sahâbîsini cennetle müjdelediği görülmektedir. Kendilerine, cennetle müjdelenen on birey anlamında aşere-i mübeşşere dediğimiz bahtiyar sahâbîlerin başında bu üç Peygamber dostu bulunmaktadır. Onlar, kendilerini İslâm’a adadıkları, Allah’ın Resûlü’nü canlarıyla ve mallarıyla destekledikleri için Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmış üstün şahsiyetlerdir. Allah Teâlâ onları üstün meziyetleri sebebiyle daha dünyada iken mutlu etmek istemiş, cennetlik olduklarını Resûlü’ne haber vermiş, insanları muhtelif vesilelerle sevindirmekten büyük zevk duyan Resûlullah Efendimiz de bu güzel haberi onlara ileterek kendilerini bahtiyar etmişti.

Hadisimizin bir takım rivayetlerinden (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 6), cennetle müjdelendiklerini duydukları süre her üç sahâbînin de sevinçlerini açıkça belirtmek üzere “elhamdülillah” diyerek Allah’a hamd ettiklerini öğrenmekteyiz. Hz. Osman’ın aldığı müjde nedeniyle Allah’a hamdetmesi, başına gelecek belâyı öğrendiği vakit da paniğe kapılmayıp Allah’tan kendisine asistan olmasını niyâz etmesi, onun edebinin ve Allah’a teslimiyetinin derecesini göstermektedir. Ya bu olayda (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe, 7) ya da bir diğer gün hâne-i saâdette Resûlullah Efendimiz’in dizlerini açarak istirahat ettiği sırada yanına önce Hz. Ebû Bekir’in, daha sonra Hz. Ömer’in geldiği, buna rağmen Peygamber aleyhisselâm’ın dizlerini örtmediği, fakat Hz. Osman gelince dizlerini örttüğü, bunun sebebi sorulunca da, Hz. Osman’ın üstün edebi sebebiyle meleklerin bile ondan utandığını söylediği bilinmektedir.

Hadîs-i şerîfi, olayı şahsen yaşamış Ebû Mûsâ el-Eşarî’den duyarak söylenti eden Saîd İbni Müseyyeb (ö. 94/713) tâbiîn âlimlerindendir. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında doğmuştur. Hz. Ebûbekir’le Ömer’in mezarının Resûlullah’ın kabr-i şerifinin yanında yer aldığını, Hz. Osman’ın kabrinin ise onlardan uzaktan ve Bakî kabristanında bulunduğunu gördükten sonradan (Buhârî, Fiten 17) hadîs-i şerîfi hatırlamış, Resûl-i Ekrem ile üç dostunun oturuş biçimleriyle kabirlerinin bu manzarası arasında kendine kadar bir iletişim kurmaya çalışmıştır.

Eris Kuyusu denince, yeniden bu üç sahâbîyi andıran bir başka durum anı gelmektedir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in bir gümüş yüzüğü vardı. Bu yüzüğün kaşında “Muhammed Resûlullah” yazılıydı. Efendimiz resmî mektupları bu yüzükle mühürlerdi. Birbiri arkasından halife olan bu üç sahâbî, Resûlullah’ın bu yüzüğünü hilâfet mührü olarak kullandılar. Fakat Hz. Osman, Resûlullah ve iki dostuyla birlikte bu kuyu başında yaşadığı o erişilmez güzelim günleri her tarafta hatırlamak için hicrî 30 (650) tarihinde Eris Kuyusu’nu ziyarete geldiği bir gün, parmağındaki yüzüğü kuyuya düşürdü. Kuyunun bütün suyunu boşaltarak üç gün boyunca aradıkları halde yüzüğü bulamadılar. O günden sonra bu kuyu, Yüzük Kuyusu anlamında Bi’rü’l-hâtem diye de anıldı.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Allah Teâlâ ile Resûlü’nün yaptığı gibi, insanlara iyi haberler vererek onları sevindirmelidir. Ashâb-ı kirâm Resûl-i Ekrem Efendimiz’i böylece sever, ona hizmet etmek ve rahatını sağlamaktan büyük hoşgörü duyarlardı. Üç büyük sahâbînin de “kim o?” sorusuna “ben” diye yok de adlarını söyleyerek cevap vermeleri, bize bu konudaki İslâm edebini öğretmektedir. Hz. Ebûbekir, Ömer ve Osman ashâb-ı kirâmın en büyük üç simasıdır. Peygamber Efendimiz’in Hz. Osman hakkındaki mûcize haberi gerçekleşmiş, Allah’ın bu sevgili kulu, gözü dönmüş katiller kadar şehid edilmiştir.

“Lâ İlâhe İllallah Diyeni Cennetle Müjdele!

Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafında, Ebûbekir ve Ömer radıyallâhu anhümâ’nın da bulunduğu bir grup insanla oturuyorduk. Bir ara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aramızdan kalkıp gitti. Uzunca bir zaman dönmeyince, başına fena bir meslek gelmesinden korktuk ve telaşla yerimizden kalktık. Bu endişeyi ilk duyan bendim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i araya araya ensardan Neccâr oğullarına ait bir bahçeye geldim. Giriş kapısını arayarak bahçenin etrafını dolandım; lakin bir kapı bulamadım. Bahçenin dışındaki bir kuyudan içeriye su veren küçük bir ark gördüm ve oradan büzülerek Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına girdim.

- “Ebû Hüreyre! Sen misin?” diye sordu.

- Evet, yâ Resûlallah! dedim.

- “Ne haber?” dedi.

- Aramızda otururken kalkıp gittin; geri dönmediğini görür görmez, sana bir musibet yapılmasından korkup telaşlandık. İlk endişe duyan da ben oldum. Kalkıp bu bahçeye geldim ve tilki gibi iki büklüm içeri girdim. Diğerleri de arkadan geliyor, dedim.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Ebû Hüreyre!” diye seslendikten sonradan ayakkabılarını çıkarıp verdi ve şunları söyledi: “Şu ayakkabılarımı alıp geri dön. Bu duvarın gerisinde, gönülden inanarak “Lâ ilâhe illallah” diyen kime rastlarsan, onu cennetle müjdele!” (Müslim, Îmân 52)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Hadisin geri kalan kısmı şöyledir:

Ebû Hüreyre sözüne devamla dedi oysa:

Kendisine birincil rastladığım Ömer oldu. Bana:

- Ebû Hüreyre! Bu elindeki ayakkabılar da nedir? diye sordu. Ben de:

- Bunlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ayakkabılarıdır. Bunları bana verdi ve gönülden inanarak “Allah’tan diğer hiçbir ilâh yoktur” diyen kime rastlarsan onu cennetle müjdele diye emretti, dedim. Bunun üstüne Ömer eliyle göğsüme vurunca, arka üstü düşüverdim. Bana:

- “Dön geri, Ebû Hüreyre!” dedi. Ben de derhal Resûlullah’ın yanında döndüm; az kalsın hüngür hüngür ağlayacaktım. Meğer Ömer beni peşine düşüp takip etmiş. Baktım ki arkamdan geliyor. Resûlullah bana dönerek:

- “Ne oldu sana, Ebû Hüreyre?” diye sordu. Ben de:

- Yolda Ömer’e rastladım. Benimle gönderdiğin haberi kendisine söyleyince göğsüme o kadar bir vurdu ama, arka üstü yere düştüm. Bana geri dönmemi söyledi, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona dönerek:

- “Ömer! Niçin böyle yaptın?” diye sordu. O da:

- Yâ Resûlallah! Anam babam sana feda olsun. Ebû Hüreyre’ye ayakkabılarını vererek, yolda rastladığı kimselerden tüm kalbiyle “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” diyenleri cennetle müjdelemesini emrettin mi? diye sordu. Resûl-i Ekrem de:

- “Evet” diye beni doğruladı. Ömer:

- Aman yapma! Halkın bu müjdeye güvenip tenbelleşmesinden korkarım. Bırak ibadet etsinler, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Pekâlâ, bırak onları!” buyurdu. Kalbi imanla çarpan herkesi sevinçten kanatlandıracak olan hadîs-i şerîf burada bitmektedir.

Peygamber Efendimiz’in müslümanları sevindirmekten zevk duyduğunu belirten muhtelif hadisler vardır. Bu müjdeleri, zinde bir imana sahip olduğunu bildiği ve bu müjdelere güvenerek ibadetlerini ihmalkârlık etmeyeceğini düşündüğü sahâbîlerine, yine de ihtiyatla haber vermiştir. Allah’ın rahmetini ummak bahsinde bunun iki misalini görmüştük. Bunlardan ilkinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muâz İbni Cebel’e:

- “Kim Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna içinden gelerek şehadet ederse, Allah onu cehenneme haram kılar” buyurmuştu. Muâz’ın:

- Yâ Resûlallah! Bu müjdeyi müslümanlara haber vereyim de sevinsinler mi? diye sorması üzerine de, yukarıda görüldüğü şekilde:

- “O süre buna güvenerek tenbel davranırlar.” buyurmuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz önce Allah’ın kulları üzerindeki hakkını, sonra da kulların Allah üzerindeki hakkını anlatmıştı. Allah’ın kulları üzerindeki hakkının, yalnızca O’na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na iki taraflı tutmamaları olduğunu belirtmişti. Kulların Allah üzerindeki hakkının ise, kendisine hiçbir şeyi ortak tutmayanlara azâb etmemesi olduğunu müjdelemişti. Bu müjdeyi duyan Muâz çok sevinmiş ve:

- Ey Allah’ın Resûlü! İnsanlara bu müjdeyi haber vereyim mi? diye sorduğunda, Nebiyy-i Muhterem Efendimiz:

- “Müjdeleme! O süre buna güvenip tenbellik ederler” buyurmuştu.

Daha önce geçen bu hadislerin, konumuzla ilgili hadîs-i şerîfle aynı paralelde olduğu görülmektedir. Ne var ki burada Efendimiz müjdeyi önce herkese duyurmak istemiş, fakat Hz. Ömer’in teklifi üzerine bundan vazgeçmiştir. Manâlı olan buradaki inceliği kavramaya çalışmaktır.

Peygamber Efendimiz’in, bu müjdeyi herkese haber vermeme konusunda Hz. Ömer’in ileri sürdüğü teklifi benimsemesi, onun doğru fikirlere ve görüşlere verdiği değerin açık bir ifadesidir. Hz. Ömer’in teklifinin istikrarlı olan yanı şudur: Allah’a derin bir şuurla inanan ve ibadetin zevkine varan kimselerin, böyle bir müjde karşısında, Cenâb-ı Hakk’a olan minnetlerini, O’na daha pozitif ibadet etmek suretiyle gösterecekleri şüphesizdir. Fakat câhiller böyle değildir. Onlar ibadetin zevkini tatmadıkları, kulluğun önemini kavramadıkları için, böyle bir müjdeye güvenerek ibadet etmeye gerek görmeyebilirler. Bu sebeple onlara müjde verirken titiz ve ölçülü edinmek gerekir. Nitekim Muâz İbni Cebel, yukarıda özetle naklettiğimiz hadisleri halka haber vermesini Resûl-i Ekrem Efendimiz uygun görmediği için ölüm edeceği zamana değin kimseye söylememiştir. Bu son derece değerli bilgiyi kendisiyle birlikte âhirete götürmenin haksızlık, hatta günah olduğunu düşünerek, vefatından bir müddet önce nakletmiştir.

Meseleye şöyle bakmanın daha içten olacağı kanaatindeyiz. Cenâb-ı Yargı bazı konuları daha iyi kavrayabilmemiz için onları belirlenmiş bir mantıksal bağ içinde anlatmıştır. Hadisimizdeki müjdenin de böyle bir devamlılık içinde verildiği anlaşılmaktadır. İnsanlara müjdeler vermekten ve böylece onları sevindirmekten hoşlanan Yüce Rabbimiz ve Sevgili Efendimiz, bu hadîs-i şerîf ile bize, müjde verirken son derece ölçülü olmak gerektiğini belirtmekte, herkese her şeyi anlatmamak icap ettiğini açıklama buyurmaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Allah’a gönülden inanan, Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve Resûlü olduğunu kabul eden herkes, önünde sonunda cennete girecektir. Allah’ın rahmetinin ve bağışının genişliği anlatılmalı, ama bu konudaki müjdeler, insanlara ihtiyaçları nisbetinde ve ölçülü verilmelidir. Bir devlet başkanı ya da manâlı bir mevkide yer alan kimse, kendisine getirilen tutarlı görüşleri, kararına tutarsız bile olsa benimseyip kabul etmelidir. Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i canlarından çok sever, onu uzun müddet görmedikleri vakit, düşmanlarının kendisine hasar vermiş olabileceği endişesine kapılırlardı. Hz. Ömer’in, görüşleri isabetli büyük bir insan olduğu bir defa daha görülmektedir. Bir insan sevdiği ve kendisini sevdiğinden belirlenmiş olduğu bir kimsenin bahçesine ondan müsade almadan girebilir ve oradan faydalanabilir.

Vefat Döşeğindeki Hastaya Müjde

İbni Şümâse şöyle dedi:

Amr İbni Âs vefat döşeğindeyken yanında  gittik. Yüzünü duvara döndü, uzun uzun ağladı. Bunun üstüne oğlu:

- Babacığım! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana şu müjdeyi vermedi mi? Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seni şöyle müjdelemedi mi? demeye başladı. O zaman Amr İbni Âs yüzünü bize dönerek dedi fakat:

- Âhiret için hazırladığımız en kıymetli azık “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” sözüdür. Hayatımda üç atama vardır. çok eskiden Resûlullah’a benden fazla kin besleyen yoktu. Bir yolunu bulup da onu öldürmek benim en fazla özlem ettiğim şeydi. Belki bu haldeyken ölseydim, mutlaka cehennemlik olurdum. Allah Teâlâ gönlüme İslâm sevgisini koyunca, Peygamber aleyhisselâm’a gelerek: Elini uzat, sana biat edeceğim, dedim. O elini uzatınca, ben elimi geri çektim.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

- “Ne oldu, Amr?” diye sordu.

- Şart Koymak istiyorum, dedim.

- “Neyi koşul koşacaksın?” buyurdu.

- Bağışlanmamı, dedim.

- “Müslüman olmanın daha önceki günahları silip süpürdüğünü, hicret etmenin daha önce işlenen günahları yok ettiğini, haccetmenin daha önce yapılan günahları ortadan kaldırdığını bilmiyor musun?” buyurdu.

Artık Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den daha fazla sevdiğim biri yoktu. Gözümde ondan daha büyük biri mevcut değildi. Ona duyduğum saygıdan dolayı gözlerimi kandıra kandıra yüzüne bakamazdım. Biri bana onu anlatmamı isteseydi, yüzüne doya doya bakamadığım için bunu yapamazdım. Belki bu haldeyken ölseydim, cennetlik olmayı umabilirdim. Daha Sonra öyle işlere karıştık ancak, o işler aleyhinde halimin nasıl olduğunu bilemiyorum.

Öldüğüm vakit arkamdan ne yas, ne de ateş yakılsın. Beni gömdüğünüz süre üzerime toprağı yavaşça atınız. Sonradan bir deveyi boğazlayıp etini taksim edecek dek bir süre kabrimin yanından ayrılmayın fakat, siz yanımdayken yerime alışayım ve Rabbimin elçilerine nasıl yanıt vereceğimi düşüneyim. (Müslim, Îmân 192)

Hadisi Nasıl Anlamalıyız?

Amr İbni Âs’ın kısa hal tercümesi verilmiştir. Arapların ünlü dâhilerinden biri sanılan Amr’ın yukarıdaki sözleri, onun us yürütme kabiliyeti yanına, maksadını o kadar güzel açıklama ettiğini de göstermektedir.

Amr’ın “sonra o kadar işlere karıştık ki o işler karşısında halimin nasıl olduğunu bilemiyorum” sözüyle neleri kastettiği konusunda, tekrar onun ölüm edeceği sırada malına bakarak söylediği şu sözleri bir fikir verebilir:

“Keşke ya sen bir deve tezeği olaydın, ya ben Selâsil gazasında öleydim. Böylece işlere girdim oysa, Allah huzurunda o konularda kendimi nasıl savunacağımı bilemiyorum. Muâviye’nin dünyasını düzelttim; ama kendi âhiretimi batırdım.”

Amr İbni Âs’ın ölüm döşeğinde söylediği sözlerden biri de, âhireti konusunda ne tamamen ümitsiz ne de pozitif ümitli olduğu, aynı zamanda gönlündeki imana ve dilindeki sözcük-i şehâdete güvendiğidir.

Nârına yandığını söylediği Hz. Muâviye de ölüm döşeğinde endişelerini aynı şekilde dile getirmiş, bilhassa oğlu Yezid hakkında yaptıklarından korktuğunu söylemiştir. Nelerden umutlu olduğunu ifade ederken de, vaktiyle Resûlullah ile birlikte bulundukları bir seferde gömleğinin yırtılması üzerine onun kendisine bir gömlek verdiğini, bir kere giydiği bu gömleği hemen kefeninin altına koymalarını istediğini belirtmiş, Peygamber aleyhisselâm’ın saçından ve tırnağından bir tedarik sakladığını, bunları gözlerinin ve burnunun üstüne koymalarını arzu ettiğini, kendisine bir şey avantaj verecekse bunların menfaat vereceğine inandığını açıklama etmiştir.

Dünyaya azami bedel veren sahâbîlerden söz edilirken bu iki zâtın adından bahsedilir. Ölümle yüzyüze gelince, onların da gönüllerindeki imana ve Peygamber sevgisine sığınmaktan başka yol bulamadıklarını görmekteyiz. Hem onların ayrıca de bütün sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’e derin bir sevgi beslediklerini ve onun şefaatını umduklarını bilmekteyiz.

Bazı kimselerin azami bu iki sahâbîye dil uzattıklarını ve onları tenkit ettiklerini biliyoruz. Bize düşen onların şu son hallerine bakmak ve kendileri hakkında hüsn-i zan beslemektir. Kendi halimize bakmadan, Allah’a karşı görevlerimizi ne ölçüde yaptığımızı hesaba katmadan “falan haklıydı, falan haksızdı” diye on dört asır sonra hakemlik yapmaya kalkmak, haddini bilmezlikten diğer nedir oysa?

Resûlullah Efendimiz’in Amr İbni Âs’a söylediği sözler, konumuzun esasını teşkil etmektedir. Gönlüne İslâm sevgisi düştüğü zaman, bir vakitler İslâm dini ve onun Peygamber’i hakkında yaptıklarını düşünerek endişeye kapılan, bu sebeple de hatalarının bağışlanmasını isteyen Amr’a Peygamber-i Zîşân’ın verdiği müjdeyi yeniden hatırlayalım. Efendimiz ona buyuruyor fakat:

“Müslüman olmanın daha önceki günahları silip süpürdüğünü, hicret etmenin daha önce işlenen günahları değil ettiğini, haccetmenin daha önce yapılan günahları ortadan kaldırdığını bilmiyor musun?”

Yüce dinimizin ne kadar sürekli ve rasyonel bir din olduğunu, onu bize gönderen Allah’ın kullarını ne fazla sevdiğini iyi anlamak için yukarıdaki müjde bile kâfidir. Kaldı fakat, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler okundukça, Allah’ın rahmetinin bizi hava gibi kuşatıp güneş gibi ısıttığı bütün canlılığı ile hissedilir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

Ümitsizliğe düşenlere, Allah’ın affediciliği anlatılmalı, kurtuluş yollarının çokluğu gösterilmelidir. İslâmiyet’i benimsemek, gerektiğinde onun uğrunda hicret etmek ve şartlarına uyarak haccetmek kurtuluşun yollarıdır. Müslüman olanın eski günahları bağışlanır. Hicret ve hac ufak günahların affına vesile olur. Büyük günahlar ise pişman olmak suretiyle bağışlanır. Ölüm döşeğinde Allah’ın rahmetine güvenmeli, ölmek üzere olanlara, gerekirse yaptığı iyilikler hatırlatılarak Allah’ın rahmetinden umutlu olması önerme edilmelidir. Ölenin arkasında gözyaşı dökmek yasaklanmamıştır. Zira bu son derece tabiidir. Yasak olan bağıra çağıra gözyaşı dökmek, Câhiliye devrinde olduğu gibi cenazenin ardındaki mum gibi şeyler yakarak, çelenkler taşıyarak yürümek ve cenaze evinde gece ateş yakmaktır. Cenazenin üzerine toprağı ağır ağır atmalıdır. Cenazeyi defnettikten sonra mezarının yanına bir müddet kalmalıdır. Zira cenaze oraya gelenleri görür, uzaklaşıp gittiklerini duyup hisseder. Mezar suâli vardır. Ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimiz’e duyduğu sevgi ve saygının büyüklüğü görülmektedir.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/mujde-ve-tebrik-ile-ilgili-ayet-ve-hadisler.html