Ramazân-ı şerîf, âdeta yoğunlaştırılmış bir mânevî tekâmül mektebi… Öyle fakat; gönülleri zenginleştiren, kalplere seviye kazandıran; oruç, iftar, sahur, terâvih, mukãbele, duâ-zikir, fitre-zekât, îtikâf, Kadir Gecesi ve bayram, bu mektebin esas dersleri… Bütün bu dersleri lâyıkıyla idrâk edip imtihanlarından yüksek anekdot alabilmek ise, ilâhî bağışlama bayramına ererek ebedî kurtuluş berâtını alabilmenin en hoş yolu…

Her ibadet, rûhun farklı bir gıdâsıdır. Lâyıkıyla tutulan bir orucun verdiği feyiz ve rûhâniyet ise o kadar müstesnâdır. Orucun aslî hakîkati, onun mânevî, ahlâkî ve ictimâî kıymetlerinde gizlidir.

İftar zamanı; duâların makbûl olduğu ilâhî ikram vakitleridir. Orucu açarken bu vaktin kıymetini iyi idrâk etmek ve Allah ile beraberliğin gönül huzuru içinde bulunmak gerekir.

Ramazan gecelerinde terâvih namazlarını da ihmâl etmemek îcâb eder.

Ramazan geceleri, sahurlarıyla da müstesnâ bir rahmet iklîmidir. Ramazanda kazanılan sahur disiplini, bununla beraber teheccüd ve seherleri ihyâ alışkanlığı kazanma eğitimidir.

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185)

Fakr u zarûret içinde kıvranan muhtaçların gözlerinde, en çok Ramazanın teşrîfiyle ümit ışığı parlar. Zira zekât, fitre ve sadaka gibi mâlî ibadetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri, özellikle bu ayda sürûra kavuşturur.

Kadir Gecesi ümmet-i Muhammed’e mahsus, çok büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir. Âyet-i kerîmede bu gecenin bin aydan şanslı olduğu beyân edilmiştir. Yani bu geceyi ihyâ edenlere 83 küsûr senenin ecri lûtfedilir.

İrfan mektebi olan Ramazân-ı şerîfin son dersi bayramdır. Bayram imtihanını da adilane geçebilmek için onu gaflet ve rehâvete kapılmadan, uyanık bir gönülle, tekbir, tehlil ve zikirle donatmak, gecelerini ibadetle ihyâ etmek ve getirdiği ictimâî mes’ûliyetleri îfâ etmek gerekir.

1. ORUÇ

Her ibadet, rûhun öbür bir gıdâsıdır. Lâyıkıyla tutulan bir orucun verdiği feyiz ve rûhâniyet ise o kadar müstesnâdır. Orucun aslî hakîkati, onun mânevî, ahlâkî ve ictimâî kıymetlerinde gizlidir. Zira:

* Oruç; nîmetlerin kadrini bildirerek gönüllerdeki şükran duygularını derinleştirir. Pek ancak, her gün rahatça yiyip içilen nîmetlerden günün belirli bir kısmında yoksun kalmak bile, insana aczini hatırlatır. Her hâlükârda Rabbimize fakir olduğumuzu, hakîkatte bir lahza bile O’nun lûtfuna sığınmaktan müstağnî kalamayacağımızı tavsiye eder. Cenâb-ı Hakk’ın lûtuflarına karşısında, gönüllerdeki hamd ve şükür duygularını kuvvetlendirir.

* Oruç; dayanıklılık tâlimidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme irâdesinin kazanılmasıdır. İnsanın nefsine hâkim olabilmesi, ilâhî imtihanlardan muvaffakıyetle geçebilmenin en mühim sırrıdır. Pek fakat; öfkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedâkârlık ve ferâgat gibi yüksek fazîletler de daima nefsin îtirazlarını susturabilmekle gerçekleşebilir.

Oruçluyken özellikle öfkeden sakınmak gerekir. Zira arzu asabîliği içinde birtakım nefsânî davranışlara sürüklenmek, orucun rûhâniyetini zedeler. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Hiçbiriniz (özellikle) oruçlu olduğu gün, çirkin laf söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri, kendisine söver ya da çatarsa; «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9)

Dayanıklılık ayı olan Ramazân-ı şerîfte tutulan oruç, âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ancak ihramda refes, fısk ve cidâl yasaksa, tıpatıp bunun gibi, şehevî arzular, fısk u fücûr, münâkaşa ve bir gönle diken daldırmak da orucun ecrini zâyî etmek demektir.

* Oruç; nefsâniyeti dizginleyerek rûhâniyete düzey kazandırmaktır. İnsanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terâzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Nefsin sona ermek bilmeyen arzularını, azim ve irâdesiyle eritemeyen çiğ ruhlar, ne dünyada ne de ukbâda saâdete erebilirler. Oruç da; rûhâniyeti nefsâniyete, bâkîyi fânîye, takvâyı fücûra gâlip getirmek için, nefse karşısında girişilen büyük bir cihaddır.

Oruç, bedenin alışıp güçlü olarak gereklilik duyduğu fânî nîmetlerden el çekmek sûretinde gerçekleşir. Bu vesîleyle de rûhu, nefsânî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır. Dolayısıyla rûhun kuvvetlenmesine, duyguların ulvîleşmesine, ilâhî nurların kalpte tecellîsine vesîle olur. Oruç tutan kimsede, nefsin tasallutundan kurtulan rûhun, mânevî fetihleri başlar. Bu bakımdan oruçlu, bir fazîlet mücâhidi demektir.

Keza oruç sâyesinde, -belirlenmiş bir süreliğine de olsa- bâzı helâllerden bile el çekmek, haram ve şüphelilere karşısında daha güçlü bir şekilde mukãvemet edebilecek, sağlam bir irâdenin inşâsına tezgâhtar olur.

* Oruç; hoş ahlâk ve takvâ tâlimidir. Oruç, Kur’ân ahlâkından nasiplenmek ve âdeta meleklerin letâfetinden hisse almaktır. Bunun için orucun keza zâhiren keza de bâtınen bozulmaması gerekir. Bu ise, ibadetlerin rûhâniyetine zehir saçan nefsânî zaaflardan sakınmaya bağlıdır. Zira makbul bir oruç, bütün uzuvların ve bilhassa kalbin iştirâk ettiği oruçtur. Allah ile beraberlik şuuru içinde tutulan oruçtur. Yüksek bir takvâ duygusuyla, insanı günahlardan alıkoyan bir oruçtur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla meslek yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)

Aramak oysa orucu, nefsânî zaaflarla zedelememek; özellikle dili rivayet, gıybet, yalan, iftirâ ve mâlâyânî mevzulardan muhâfaza etmek, yani çirkin konuşmalara aleyhinde ona da “sükût orucu” tutturabilmek gerekir.

* Oruç; ihlâs tâlimidir. Her ibadette olduğu gibi oruçta da yegâne niyet, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olmalıdır. Bunun için de riyâ ve gösterişten sakınmak, ibadete fânî menfaatleri müşterek etmemek gerekir.

Önceden yahudî ve hristiyanların da bir ay oruçları vardı. Lâkin onlar, bu hoş ibadeti -tıpkı dinleri gibi- tahrif ederek aslî mecrâından çıkardılar. Ruhsuz, mâneviyatsız bir “diyet” kılığına soktular. Öteki ibadetler gibi oruç da, hakîkî mâhiyetini İslâm dîninde buldu.

Bu sebeple mîdeyi dinlendirmek, kilo saptamak gibi maddî gâyelerle tutulan bir orucun ecri zâyî olur. Bedenî hareketleri için namaz kılmak, turistik gâye ile hac ve umre yolculuğuna çıkmak da böyledir. İbadet, maddî faydası için değil, Allâh’ın emri olduğu için yapılır. Orucuna dünyevî bir amaç karıştıranlar, şu nebevî îkâzın muhâtabı olmaktan kurtulamazlar:

“Nice oruç tutanlar vardır ama, orucundan kendisine kuru bir açlıktan diğer bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21/1690) Yani orucun fazîletinden, feyiz ve rûhâniyetinden bir hisse alamazlar.

* Oruç; zühd ve riyâzat tâlimidir. Bugün maalesef lüks, müsriflik, oburluk, güç gösterisi ve nefsânî ihtirasların arttığı bir devredeyiz. Hâlbuki oruç ibadeti bizlere, fânî nîmetlerin bir gün iyice elinden alınacağı bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatarak, nefsânî zevklere takılıp kalmamayı, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıp kifâyet miktârıyla yetinmeyi ve dünyevî imkânları âhiret sermâyesi kılma firâsetini önerme eder.

Bizlere örnek cins olarak takdîm edilen Ashâb-ı kirâm’ın dünyaya karşısında müstağnî duruşlarını, özellikle Ramazân-ı şerîfte daha derin bir şekilde tefekkür etmeliyiz. Onların âile hayatı nasıldı? Ticârî münâsebetleri, ictimâî muâmelâtları nasıldı? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye hicret edip Ensâr ve Muhâcirleri birbirine kardeş kıldıktan sonra niçin başlangıçta Medîne çarşısını yoklama etti? Çünkü mü’minin iktisâdî noktadaki belli başlı derdi, çok değil, az veya çok, ama mutlaka “helâl” kazanmaktır. Kazanılan rızkın mânevî keyfiyeti fazla mühimdir. Helâl lokmadan feyiz ve rûhâniyet doğar. Helâl lokma, rûha zindelik veren bir vitamin gibidir. Haram ve güvenilmez lokmalardan ise rûha hantallık ve gaflet sirâyet eder.

* Oruç; diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı gerçekte yaşatarak onların hâlinden anlamayı tedarik eder. Böylece gönüllerde acınacak şey, şefkat ve soylu davranış tohumlarının filizlenmesini sağlar.

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a:

“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa açların hâlinden anlayamam diye korkuyorum!”

Din kardeşlerini düşünüp onların sıkıntılarını onarmak için gayret etmenin zarûretini, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

“Komşusu açken tok yatan, (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îman, 7)

Ramazân-ı şerîfi diğergâm bir ruhla değer biçmek, hizmet ve infaklarla ihyâ etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en güzel nişânesidir. Zira muhabbetin kantarı; sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlıktır. İbadetlerin gâyesi, Cenâb-ı Hakk’a takarrub/yakınlaşmaktır. İbadet vecdiyle ictimâî hizmetlere koşmak, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve acıma kullanmak de, Hakk’a yakınlığın en hoş vesîlelerinden biridir.

Bu itibarla Ramazân-ı şerîfin rûhâniyeti, merhametimizi inkişâf ettirerek gönüllerimizi âdeta bir rahmet dergâhı hâline getirmeli. Pek bir dergâh oysa, bütün mü’minler, hidâyet bekleyen halk müziği, hattâ Allâh’ın insan için yarattığı tüm mahlûkat, onun şümûlünde olmalı…

Bugün dünya çapında insanlığın en büyük ihtiyacı, maddî açlıktan ziyâde mânevî açlıklarını giderebilmek, rûhî buhranlarına çâre bulabilmektir. Dolayısıyla bir mü’min, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini unutmamalıdır. Îman nîmetinin şükrünü îfâ edebilmenin de, hidâyet bekleyenlere İslâm’ın hakîkat nidâsını işittirebilmek için gayret göstermeye yan olduğunu, hatırından çıkarmamalıdır.

Hazret-i Mevlânâ ve emsâli gönül sultanlarının, bütün insanlığı şefkatle kucaklayan; “Gel, gel, ne olursan ol, tekrar gel!..” dâveti de, bu şuurun bir tezâhürüdür. Bu dâvet, hidâyet arayanları gönül dergâhında tedâvî etmek; İslâm’ın güzellikleriyle tanıştırmak için yükselen bir gönül nidâsıdır.

Bugün bilhassa teknik imkânların artması, bizleri dünyanın öbür ucundaki din kardeşlerimizle bile komşu etti. Bütün İslâm coğrafyasındaki mazlum, felakete uğramış, bîçâre kardeşlerimizi düşünebilmek, onların dert ortağı yapabilmek, hepimizin vicdan borcu… Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum fakat yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Kâmil mü’minler, toplumlarının ve hattâ bütün dünyanın gidişâtından kendilerini mes’ûl görebilen, bütün mü’minleri kendilerine zimmetli hisseden hassas ruhlardır. Lakin maalesef günümüzde, uzak beldelerdeki muzdariplerin feryâdına gönül vermek bir yandan, kapı komşusunun bile derdine bîgâne kalan, en yakınlarına dahî rûhen uzaktan yaşamış, yalnız kendi menfaatini düşünen, nemelâzımcı ve kendini düşünen insan tipi çoğalmaya başladı.

Hâlbuki İslâmî nezâket ve zarâfetin yaşandığı mâzimizde, toplumdaki zengin-fakir bütün mü’minler, birbirlerine sıcak bir sığınak, müşfik bir sığınak, sağlam bir dayanaktı. Varlıklı-fakir, ayrı sitelerde yok, benzer mahallede, iç içe, gönül gönüle yaşardı. Mahalle; dul ve yetimin güvenlik içinde olduğu, kendini aslâ acayip ve kimsesiz hissetmediği, huzurlu bir yuvaydı.

Ramazân-ı şerîfler de, toplumda unutulmaya yüz tutan bu kardeşlik, dayanışma ve yardımlaşma rûhunun bitmiş ihyâsı, fazîletler medeniyetinin her yerde inşâsı için, büyük bir fırsat mevsimi olarak değerlendirilmelidir.

2. İFTAR

İftar zamanı; duâların makbûl olduğu ilâhî ikram vakitleridir. Orucu açarken bu vaktin kıymetini iyi idrâk etmek ve Allah ile beraberliğin gönül huzuru içinde bulunmak gerekir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Oruçlunun rahatlayacağı iki mutluluk ânı vardır: Birisi, iftar ettiği zaman, diğeri de orucunun sevâbıyla Rabbine kavuştuğu andır.” buyurmuştur. (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Hem oruçluya iftar ettirmek, firâset sahibi mü’minlerin ihmâl edemeyeceği, büyük bir ecir vesîlesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına, cehennem azâbından kurtulmasına ve kendi mükâfâtından hiçbir şey eksilmeden bir oruç tutma sevâbına nâil olmasına vesîle olur.” buyurdular. Bunun üstüne sahâbîler:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz bir oruçluyu doyuracak dek yiyeceğe sahip değiliz.” dediklerinde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah ona bu sevâbı verir.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VIII, 477/23714)

Bugün maalesef bâzı iftar davetlerinde, ibadet rûhuna zıt tablolarla karşılaşılmaktadır. Zengin kimselerin yalnız kendi iktisâdî seviyelerindeki misafirleri dâvet ettiği, lüks, tutumsuzluk ve kuvvet gösterisine kaçan, oburluğu özendiren iftarlarında, ibadet iklîminin ruh ve mânâsından uzaklaşılmaktadır.

Hâlbuki İslâm ahlâkının yaşandığı mâzimizde, zengin-fakir ayırt edilmeden herkese iftar atamak, büyük bir gönül hazzıydı. İftarlara gönlü rûhâniyetli ve ağzı duâlı kimseler dâvet edilir; kimsesizler, yetimler, dullar ve fakirler, müstesnâ bir mânevî ganimet bilinerek özellikle çağrılırdı.

İftarlar bir evin izzetiydi, şerefiydi, bambaşka bir rûhâniyet vesîlesiydi. Âdeta bayramdan evvel yaşanan bir bayramdı. Fakir âilelere iftardan sonradan “diş kirâsı” adı aşağıda, gönül herif ve zarif bir üslûb ile takdîm edilen hediyeler, apayrı bir saâdetti. İftarlar, ama bu saâdet tablolarına döndüğü zaman, hakiki mânâ ve rûhuna yerinde bir sûrette idrâk edilmiş olacaktır.

3. TERÂVİH

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Allah Teâlâ, size Ramazanın orucunu farz kılmıştır; ben de onun kıyâmını, yani Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sünnet kıldım. Eğer bir kimse, îmanlı bir gönülle ve sevâbına ermek emeliyle Ramazan orucunu miktar ve terâvih namazını kılarsa, (kul hakları ve borçları hâriç) anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173)

Seslenmek ancak Ramazan gecelerinde terâvih namazlarını da ihmâl etmemek îcâb eder. Hem çabuk kıldıran imamların yok, tâdil-i erkân ve huşû ile kıldıran imamların ardında kılmaya gayret edilmelidir.

4. SAHUR

Ramazan geceleri, sahurlarıyla da müstesnâ bir rahmet iklîmidir. Ramazanda kazanılan sahur disiplini, bununla beraber teheccüd ve seherleri ihyâ alışkanlığı kazanma eğitimidir. Ramazan gecelerini ibadetlerle değer biçmek, her türlü mâlâyânîden sakınarak duâ ve zikir ile dili; istiğfar ve gözyaşıyla da kalbi yıkayıp temizlemek gerekir. Ramazan gecelerini ihyâ etmenin ehemmiyetini, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermektedir:

“Kim, inanarak ve sevâbını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvih, 46)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahurun fazîletine de şöyle işâret buyurmuştur:

“Bir yudum su ile dahî olsa sahur yapınız.” (Abdurrazzâk, Musannef, IV, 227/7599)

“Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20)

5. KUR’ÂN-I KERÎM İLE ÜNSİYET

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere; “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185)

Bu mübârek ayda Kur’ân ile ünsiyetimizi daha da artırmamız, mümkünse mukãbeleye iştirâk etmemiz îcâb eder. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu ayda Cebrâil -aleyhisselâm- ile karşılıklı (mukãbele ile) Kur’ân okurlardı.

Bizler de Kur’ân’ı benzer ruh ve heyecan ile okumaya çaba etmeli, yalnızca tilâvet ve “mukãbele”siyle yetinmeyip “muâmele”siyle de meşgul olmalıyız. Onun mânâ iklîmine girerek muktezâsınca amel etmeli, hâl ve davranışlarımızı ilâhî tâlimatlar önünde mîzân ederek eksiklerimizi telâfîye çalışmalıyız. Unutmayalım ama Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmet gününde bizler için ya şefaatçi veya -Allah korusun- şikâyetçi olacaktır.

6. İNFAK (ZEKÂT-FİTRE)

Fakr u zarûret içinde kıvranan muhtaçların gözlerinde, en çok Ramazanın teşrîfiyle ümit ışığı parlar. Zira zekât, fitre ve sadaka gibi mâlî ibadetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri, özellikle bu ayda sürûra kavuşturur.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâlih amellerin öteki zamanlara tarafından daha fazîletli olduğu Ramazanda, ibadet ve hayırlarını artırırdı. İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en eli bol olduğu zamanlar da Ramazanda Cebrâil -aleyhisselâm-’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. Cebrâil -aleyhisselâm-, Ramazanın her gecesinde Peygamber Efendimiz’le buluşur, (iki taraflı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâil ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha eli açık davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7)

Bu mübârek ayda fitre/fıtır sadakası, şer’lahza zengin sanılan her mü’mine vâcip, hattâ bâzı mezheplere göre farzdır. Fitre, bayram namazına kadar verilirse makbul olur. sonra ise, fitre dışarıya bir sadaka hükmüne girer.1 Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fakir mü’minlerin de bayrama huzurla girebilmeleri için, fitrelerin bayramdan önce verilmesini istemiş; “Onları bu (bayram) gününde aç dolaşmaktan kurtarınız!” buyurmuştur. (İbn-i Sa’d, I, 248)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aydaki infak heyecanını, bizler de imkânımız ölçüsünde yaşamalıyız. “Malda, zekâttan diğer da yargı vardır.”2 hakîkati mûcibince, maldan cömertliğin asgarî ölçüsü olan zekâtların haricen da infâk etmeyi, bu ayda müstesnâ bir fırsat bilmeliyiz.

Unutmayalım oysa, mal Allâh’a âittir. Geçici bir süreliğine emânet edilen malı sırf nefsine tüketmek savurganlık; kendine biriktirmekse cimriliktir. İkisi de ebedî âkıbeti felâkete çeviren çirkin vasıflardır. Mü’minin vazifesi; nîmetleri riyâzat hâlinde göstermek, kifâyet miktarına kanaat etmek ve ihtiyacından fazlasını infâk etmektir. Fânî kazançları tutayım derken bâkî fırsatları elden kaçırmak, îman şuuruna aykırıdır.

7. KADİR GECESİ

Bu mübârek gece, ümmet-i Muhammed’e mahsus, heybetli bir ikrâm-ı ilâhîdir. Âyet-i kerîmede bu gecenin bin aydan bahtı açık olduğu beyân edilmiştir. Yani bu geceyi ihyâ edenlere 83 küsûr senenin ecri lûtfedilir. Rabbimizin, böylesine mükemmel bir mânevî hazineyi ihsân etmesi, O’nun Habîb’ine olan engin muhabbetinin bir bereketidir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Kadir gecesini, fazîlet ve kudsiyyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hâriç- geçmiş günahları bağışlanır.” (Müslim, Müsâfirîn, 175/760)

Bu ilâhî hazîneden yoksun kalmamak için Kadir Gecesini, Ramazanın birincil gecesinden itibâren ve bilhassa yirmisinden sonraki tek gecelerde çağırmak gerekir. Kadir Gecesi, umûmî kanaate kadar Ramazanın 27’nci gecesidir. Ama başka zamanlara da denk gelebildiği için, bütün Ramazan gecelerine bambaşka bir îtinâ uygulamak gerekir. Nitekim Hazret-i Âişe-radıyallâhu anhâ- vâlidemiz:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazanın son on gününde îtikâf buyururlardı.” demiştir. (Buhârî, Îtikâf, 6) Bilhassa Ramazanın son on gününde mühim bir sünnet olan îtikâf da, Kadir Gecesinin fazîletine ermenin en güzel yollarındandır.

8. BAYRAM

İrfan mektebi olan Ramazân-ı şerîfin son dersi bayramdır. Bayram imtihanını da güzelce geçebilmek için onu gaflet ve rehâvete kapılmadan, kurnaz bir gönülle, tekbir, tehlil ve zikirle bezemek, gecelerini ibadetle ihyâ etmek ve getirdiği ictimâî mes’ûliyetleri îfâ etmek gerekir.

Bayram, yanık yüreklere cennet serinliği veren ilâhî bir ziyâfettir. Tekrar bayram, belli bir kesimin şımarıkça yaşadığı, tutumsuzluk çılgınlıklarıyla batmış tatil ve misafir etme gibi şahsî mutluluk günleri değildir. Bilâkis, sıla-ı rahimde bulunmak, geçmişlerimizin ruhlarını hayırlarla şâd etmek, îman kardeşliğini cemiyet plânında yaşatmak, dargınlıkları-kırgınlıkları ortadan kaldırmak gibi nice ictimâî ibadetlerin îfâ edildiği, iki taraflı sevinç günleridir.

Bayram sevincini hak olabilmek için, bu sevinci toplum sathına yayabilmek; üzüntülü ve felakete uğramış mü’minlerin de gönüllerini ferahlatmak îcâb eder. Zira mü’minler, ferdî rahatlık ve menfaat düşüncelerinden sıyrılmadıkça, yani nefislerini aşıp ictimâîleşmedikçe kemâle ermiş sayılmazlar.

Kâmil bir mü’min, yalnız kendi evini aydınlatan bir gaz lambası değil; tüm yeryüzünde, dünyası kararmışların başını eli bol ziyâsıyla okşayan, ruhları üşümüş garipleri müşfik sıcaklığıyla saran bir şefkat ve acıma güneşi hâlinde, insanlığın fazîlet semâsında parlamalıdır. Zira gerçek bayram saâdetinin seyredileceği en berrak ayna, bayram ettirilen kırık gönüllerdir.

Şunu da unutmayalım ancak, geçen Ramazanda hayatta olan arkadaş ve akrabâmızdan bâzıları artık aramızda değiller. Geçen Ramazan, onların son Ramazanıydı. Bizler de bu gufrân ayını son Ramazanımız olabileceği şuuruyla değerlendirip ondan tertemiz çıkmaya gayret etmeliyiz. Zira hepimiz, ilâhî imtihan sahası olan bu âlem mektebinin talebeleriyiz. Tahsilimiz, ecel ile sona erecek, amellerimizle toprağa gömüleceğiz. Sonradan ebedî bir hayat başlayacak. Orada dünya mektebinin karnesini alacağız. “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14) buyrulacak.

Bu sebeple zâhiren ne değin uzun görünse de, ebedî yaşam yanına bir aylık Ramazandan da kısa olan fânî ömrümüzü, ilâhî af şehâdetnâmesini alabilecek keyfiyette değerlendirmeye gayret edelim. Ramazan terbiyesi aşağıda kazandığımız mânevî kıymetleri kaybetmeyelim. Îman ve amel-i sâlih hayatını belli günlere has bir merâsim zannetmeyelim.

Rabbimiz, gâfilleri uyandıracak, muzdaripleri sevindirecek, reel bayramın rûhâniyetine cümlemizi nâil eylesin. Dünyadaki her günümüzü Ramazân-ı şerîfin feyiz ve rûhâniyeti içinde yaşamayı müyesser kılsın. Âhiret yurdunu da bizlere ebedî bir bayram sürûru eylesin… Âmîn!

Dipnotlar:

1. Bkz. İbn-i Mâce, Zekât, 21. 

2. Tirmizî, Zekât, 27/659-660. Keza bkz. Bakara 2/177.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2011 – Ağustos, Sayı: 306, Sayfa: 032

İslam ve İhsan

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/ramazan-i-serifin-en-onemli-dersleri.html