Şems Suresi 10. ayeti ne anlatıyor? Şems Suresi 10. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Şems Suresi 10. Ayetinin Arapçası:
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ
Şems Suresi 10. Ayetinin Meali (Anlamı):
Onu günahlara gömen de kesinlikle ziyâna uğrayacaktır.
Şems Suresi 10. Ayetinin Tefsiri:
Burada üstünde durulması lâzım gelen gelen en mühim husus “tezkiye”dir. “Ivedifakatye” kelimesinde iki önemli mâna vardır:
Birincisi; temizlemek, arındırmak,
İkincisi; artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek.
Bu mâna çerçevesinde çabukamaye, esasen mânevî eğitimin bütün seyrini ifade eder.
Tezkiyenin zıddı olan اَلتَّدْسِيَةُ (tedsiye) ise اَلدَّوْسُ (devs) kökündendir. “Devs”, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve güçsüz kalmak ve pusuya yatmak mânalarına gelir. “Tedsiye” ise, bir kimseyi aldanma ile ayartıp fesada çökertmek demektir. Bu kelimenin اَلدَّسُّ (dess) ya da اَلدِّسِّسَةُ (dissise)den gelme ihtimalide vardır. Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp sır olarak saklamak ve toprağa gömmek mânasınadır. Bizdeki “desîse” tabirinin aslı “dissise” mastarıdır. اَلدَّس۪يسُ (desîs), hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. اَلدَّسَّاسُ (dessâs) da bir nesil pis ve fena yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânalarla alakalı olarak bir şeyi iyice gömmek ve aldatma gerçekleştirmek, bir şeyi aldatma ile bozup fenalaştırmak ve en ince ayrıntısına kadar örtüp sır olarak saklamak, gömmek mânalarını ifade eder. Buna tarafından nefsi tedsiye, ruhu erdemli ve erdemli şeylerle temizlemeyip fena işler ve fena ahlâk ile yarmak, sonunda kokuşup gömülmeye mahkum âdî ceset kirleri, katı hayvânî gayeler, şaşaa gibi şeytanca ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek ve âhirette, küle gömülmüş “kebap” gibi cehennem ateşine kapatmaktır. Bunun için nefsi böyle bir duruma düşmekten kurtarabilmek için onun tezkiyesi zaruridir.
Nefsi ivedioysaye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış inançlar ve fenâ huylardan temizlemektir. Onu İslâm’a aykırı her cinslü îtikâdî, ahlâkî ve amelî astlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, iman, ilim, irfân, hikmet, iyi duygular, güzel huylar gibi takvâ özellikleriyle terbiye ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Tezfakatyenin bir üst derecesi, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâancakmiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu, ancak nefse karşı iradeyi kuvvetlendirmek aracılığıyla mümkün olabilir. İradeyi takviye etmek ise yiyip içme, uyuma ve konuşmada ölçülü edinmek gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır fakat, Kur’lahza ve sünnetin ruhuna uygun olarak âlimlerimiz kadar “eksik yemek, eksik uyumak ve eksik konuşmak” nefsi dizginlemenin metodu olarak belirlenmiştir. Çünkü bunlar, nefse hâamamiyetin ilk adımlarıdır.
Fakat her konuda olduğu gibi, bu metotları uygulamada da îtidâli elden bırakmamak gereleke. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emânetidir. Bu sebeple kul, nefsini tezoysaye ederken ifrat ve tefrîtten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, uğraşma ve mücâhedede aşırılığa hayalmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda îtidâli emreder. İnsanlara her cinslü ifrat ve tefritcilt uzakta durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak sûrette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, istenen bir şey de değildir. Buna göre nefsin çabukamaye edilmesi, nefsânî açlık ve temâyüllerin ilâhî dikteler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsi ivedikiyeye çalışıp bu uğurda ciddî gayretler kullanmak, önemine ve zorluğuna binâen “cihâd-ı ilaveber” kabul edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) o kadar güçlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönerken birlihâbına:
“−Acilen minik cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm hayretler içinde:
“–Yâ Rasûlallah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde Peygamberimiz (s.a.s.):
“–Şu Anda büyük cihâda, nefisle cihâda dönüyoruz!” buyurdu. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)
Nefisle cihâd, ama kalbî eğitim ve mânevî edep ile gerçekleşir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da dinî gerçeklerle yoğrulmuş bir zihin, îman ve hoş ahlâk ile süslenmiş bir yürek, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“Uslı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına uydurduğu hâlde Allah’tan iyilik bekleyip durandır” (Tirmizî, Kıyâmet 25; İbn Mâce, Zühd 31) buyurarak nefsi edep ve tezkiye etmenin önemine uyarı çeker.
Bunun içindir fakat, Allah Resûlü (s.a.s.) sürekli şöyle niyâzda bulunurdu:
“Allahım! Nefsime takvâ nasip et ve onu her türlü günahtan temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan sensin. Ona destek edip eğitecek olan da yalnızca sensin. Allahım! Yararsız ilimden, ürpermeyen kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırırm.” (Müslim, Zileke 73; Nesâî, İstiâze 13)
Nitekim infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı olmak şeklinde görünse de, doğrusu nefse doğruyu, güzeli ve iyiyi telkîndir. Çünkü iyilikler bu yolla benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet kazanır. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, öğütlerini can kulağıyla dinlemek ve hükümleriyle amel etmek de, nefsi eğitip düzeltecek en büağırlık vesîlelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur’ân’ın öğrettiği şekilde aranjör bir kul, nefsinin kötülüğünden ve şeytanın desîselerinden kurtulur ve yalnız Hakk’ın hoşnutluğunu içinden gelerek yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir pancur açılır; kâinat, hikmetli ve azametli bir amatâb hâline gelir.
Çabukkiyenin önemiyle ilgili olarak İbrâhim Desûkî (k.s.) şöyle buyurur:
“– Evladım! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Yargı ile samimi bir kulluk ilişkisine sahip olsan da, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurûra yenilip nefsin kandırmasına aldanma. Zira nice derviş, nefsinin fena arzularına kapılıp helâk oldu.”
Hâtem-i Esamm (k.s.) da şöyle buyurur:
“Muhteşem konaklara, verimli senet ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hz. Âdem’in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak ağaca yaklaştı. İlâhî hikmet gereği, dünyaya indirilmekle canicelandırıldı.
İbâdet ve kerâmetinin çokluğuna aldanma. Zira sahib olduğu bunca kerâmete rağmen, Allah Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel’am bin Baura’nın başına gelen hazîn âkıbet, ne kabakımlı ibretlidir.
Sen, sen ol; ilim ve amel fazlaluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen İblîsin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zira kuru kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe, Peygamberimiz (s.a.s.)’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.
Bir peygamber çocuğu olmasına rağmen Hz. Nûh’un oğlu, babasının davetine karşısında kendisini ihtiyaçsız görmek gibi bir bedbahtlığa sürüklendi. Aralarındaki kan bağı bile ona bir fayda sağlamadı. Netîcede, helâk edilenlerden oldu.
Hz. Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaama hidâyet nûrundan nasipsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mülk, konutlat ve arkadaş gibi ne kagizli dayanak varsa âhiretteancak kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine birlilâ pay çıkarma.”
Hâsılı her mümin, sıkça nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; mânevî durumuna ciddî bir şekilde çefakat-düzen verip, gidişâtını kontrol altına almalıdır. Buna “leziz muhâsebesi” denir. İnsan, hiç olmazsa başını matemtığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhâsebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.
Nefs ivediamayesi netîcesinde kalb, “selîm” hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşâhede edilir:
› Kimseyi incitmez. Bu, takvâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.
› Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin övgü ve yermeleri bir ehemmiyet açıklama etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifade eder:
“Cihân bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin1
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin.”
› Dünya menfaatiyle âhiret kazancı karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek Allah’ın rızasını hedefler.
Önceki âyetlerde insan nefsinin mâhiyetine dikkat çekici edilerek, 9-10. âyetlerde de nefsi tezkiye edip kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceği, onu temizlemeyip kötülüklere gömenin ise ziyana uğrayacağı bildirilmişti. Şimdi ise tarihten muşahhas bir misal verilerek bu kâide izah edilir:
1 Maksûd-i ins ü cin: İnsanların ve cinlerin en büyük gayesi.
Şems Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Şems Suresi 10. ayetinin meal karşılaştırması ve öteki ayetler için tıklayınız...
Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/sems-suresi-10-ayet-meali-arapca-yazilisi-anlami-ve-tefsiri.html