Altınoluk dergisinin Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile “Müslümanın Gönül Dünyası” bahsi üzerine gerçekleştirdiği mülakatın ikincisi...

Altınoluk dergisinin 2021 Eylül sayısında Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile gerçekleştirdiği "Müslümanın Gönül Dünyası" başlığı altındaki ikinci mülakat...

Gönlü Gaflet ve Kasvetten Korumanın Yolu TAKVÂ

ALTINOLUK: Efendim; bu dönem Altınoluk Dergimizin okuyucularına hediye edeceği “Müslümanın Gönül Dünyası” adlı eserinizin başlığında da geçen “gönül” mefhumu üzerinde birazcık daha durmak istiyoruz.

“Gönül ferman dinlemez!” denilmiş. Peki, Adalet fermanını dinleyecek olan makbul bir gönül kıvamına erişebilmek ve o kıvamı muhafaza yapabilmek için, nelere uyarı edilmeli?

Bu gayret çerçevesinde “okumak” nereye yerleştirilmeli?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Evet, her uzuvda irâde vardır, yalnız kalpte irâde yoktur. İrâde karşı en müstakil uzuv, kalptir. Onun irâdesi, ekseriyetle etrafından gelen müsbet veya menfî telkinlerle şekillenir. Yürek, âdeta su gibi, girdiği kabın şekline, rengine, âhengine bürünür. Dolayısıyla kalbi, sâlih ve sâdıkların etki ve rûhâniyet alanında yakalamak, fâsık ve gâfillerin tesirlerinden gözetmek elzemdir.

Îman, dilin ikrârı ve kalbin tasdîkiyle gerçekleşir. Yani bu yönüyle bakılınca, îman kalbin amelidir. İnsanın kalbî amelleri, hedef ve hisleri, bütün amellerinin de nüvesini teşkil eder. Hissiyâtın merkezi olan kalp tefekküre; tefekkür de irâdeye yön verir.

Dolayısıyla kalbi, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu hâlde tutabilmek, öteki uzuvlardan daha öncelikli ve ehemmiyetlidir.

Ilk Olarak Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler edinmek üzere, Adalet dostlarının, takvâ ehli âlim ve âriflerin, sâlih mü’minlerin eserlerini tefekkür derinliğiyle okumak da, kalpteki hissiyâtı müsbet mânâda besleyen önemli bir feyz ve rûhâniyet vesîlesidir.

Fakat asıl önemli olan, satırlardan okumak yok, sadırlardan okumaktır. Nitekim asr-ı saâdete baktığımız vakit, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbının eline kalem-kâğıt vermedi. Onları sohbetleriyle yetiştirdi. Zira sohbette, gönüller aralarında bir hâl sirâyeti, inʼikâs ve insibağ da vâkî olur.

Nitekim ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in mübârek akvâli ve ef’âli kadar, yani söz ve davranışları dek, ahvâlinden de feyz almışlardır. Yani Efendimizʼin laf ve fiillerinde zâhir olmasa da, gül yüzüne akseden, tavırlarından hissedilen hâllerinden, Oʼnun gönül dokusundan da müstefîd olmuşlardır. Bu şekilde sahâbe kıvamına ermişlerdir.

Fakat bu nevî, yüz yüze, sadır sadıra sohbet imkânının bulunmadığı durumlarda, tıpatıp Allah Rasûlüʼnün mektuplarının gıyâbında okunması gibi, Kur’ân ve Sünnetʼin mesajlarını gönüllere taşımayı hedefleyen İslâmî eserleri okuyup tefekkürde derinleşmek de, feyz ve rûhâniyeti takviye için son derece yararlı, hattâ lüzumludur.

Özellikle televizyon ve internetin, menfî neşriyâtın, aldatıcı modaların, kandırıcı reklâmların, mâneviyâta zehir serpen mâlâyânînin, âhireti unutturan dünyevîleşmenin her yönden zihinlere ve gönüllere musallat olduğu günümüzde; can kulağımızı hak ve hakîkatin sadâsına yöneltmek, hikmet ve ibretlerin irşâdına gönüllerimizi açılmak, son derece mühim bir ihtiyaçtır.

Zira İmâm Şâfiî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

ALTINOLUK: Efendim; Cihan, Kur’ân-ı Kerîm ve insanın hakîkatinin ve bunlar arasındaki münâsebetin dürüst okunmasında gönül kıvamının nasıl bir rolü var?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Mü’minin gönül kıvamı deyince; mârifetullah, muhabbetullah, ihlâs, takvâ, ihsan, maiyyet, akrabiyyet, katlanma, şükür, rızâ gibi kalbî vasıfların akla geldiğini, mülâkatımızın birincil kısmında açıklama etmiştik.

Bu vasıflarla müzeyyen bir gönlün hayat ve hâdisâtı inceleme edişiyle, bu vasıflardan mahrum olan çiğ ve nâdan bir gönlün çözümleme edişi arasında dağlar kadar ayrım vardır. İkisi de zâhiren benzer manzaraya bakar, fakat her ikisinin de gördüğü şeyden anladığı mânâ bambaşkadır.

Bunun için bir ârif zât:

“Bu cihan, âkıller için, (yani akıl sahipleri için) seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın eserlerini ibretle temâşâdır), ahmaklar için ise yemek yemek ile şehvetten ibarettir!” buyurur.

Şeyh Sâdî de:

“Düşünce sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

“Zeki insan, şaka ve masaldan bile hikmet dersi çıkarır. Gâfile ise hikmetli sözlerden yüz bâb okusan, ona masal kazanç.” der.

Burada Mevlânâ Hazretleriʼnin gâfil insanların aşk ve muhabbet gibi ulvî duygulara bile kendi sığ görüş açılarıyla nasıl da yanlış mânâlar yüklediklerine dâir îkâzı akla geliyor. Buyuruyor ama Hazret:

“İnsaf et; aşk ne hoş bir şeydir. Onu zedeleyen ise senin kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir uzaklık var!

İlâhî aşk, mü’küçük kurnaz miktar. Dünyevî ve şehevî aşklar ise insanı ahmak ve sersem eder.”

Yani gönül âlemi ilâhî hakîkatlerle nurlanmış bir müʼminin firâset ve basîret batmış ârifâne bakışı nerde; hak ve hakîkat mahrumu bir gönlün nefsânî karanlıklar içindeki gâfilâne bakışı nerde!..

Zamane şerlerinden korunmadığı için gaflet mezbelesine dönmüş bir gönül, hakîkatlere kör kesilir. Ahmaklaştığı için, sefâleti saâdet zannetmeye başlar. Hayatı, hâdisâtı ve kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyreder.

Dolayısıyla da ne Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini içten anlayabilir, ne de varlıkların hâl lisânına âşinâ olabilir. Hayatta olup bitenleri, bu cihana niçin geldiğini, kimin mülkünde yaşadığını, yolculuğun nereye olduğunu, idrâk edemez.

Bunun için, Yusuf Has Hâcib’in mânidar bir ifadesi vardır:

“Zihin sahiplerinin sözü, akılsızlara gözdür.” buyurur.

Yani küllî akla râm olarak reel us sahiplerinden olan peygamberlerin, evliyâullâh’ın beyanname ve irşadlarına gönül tahsis etmek ve onları kendine rehber edinmek; sırât-ı müstakîm üzere yaşayabilmek için elzemdir.

Velhâsıl, ana gören, kalptir; göz ama kalbe bir gözlük vazifesi icrâ eder.

Meselâ bir denize kıyısından bakanlar, onun sadece sathını görürler. Fakat denize dalan mâhir bir dalgıç, indiği her derinlikte ayrı manzaralar seyreder. Bunun gibi, bir rahle başında oturup Kur’ân okuyan herkes, ondan fakat kalbî derinliği nisbetinde istifâde eder.

Kur’ân-ı Kerîm, gönülleri takvâ ile müzeyyen müʼminler için hidâyet rehberidir, şifâ ve rahmet vesîlesidir. Buna mukâbil, zâlimlerin ise ama azgınlık ve hüsrânını artırır, buyruluyor âyet-i kerîmelerde.1

Asr-ı saâdette öyle çok müşrik ve münâfıklar da Kur’ân-ı Kerîm’i okuyor yahut dinliyordu. Ama bu, onlardan birçoğunun yalnızca hüsrânını artırıyor, kin ve inadını şiddetlendiriyordu. Zira gözleri var fakat görmüyorlardı, kulakları var lâkin işitmiyorlardı, kalpleri var fakat hissetmiyorlardı.

Yani cümbür cemaat kalbî yapısına göre bir idrâke sahip. Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bakınca insan sûretinde bir fazîlet âbidesi seyretti, O’na hayran oldu, “Canım-malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi, sâdık bir peygamber âşığı oldu.

Ebû Cehil ise Peygamber Efendimiz’e bakınca, kendi iç dünyasındaki katranı gördü. Bu yüzden dehşetli bir nefrete kapıldı, azılı bir düşman kesildi.

Dolayısıyla, gönül kıvamı fazla önemli… Gönlünü hamlıktan, sığlıktan, şefkat ve merhamet fukaralığından kurtarmak, mânen olgunlaştırmak, her mü’minin vazifesidir.

Bu hususta da “Üsve-i Hasene”miz, yani emsalsiz örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O, câhiliye insanının verimsiz ve kurak gönül dünyasını nasıl ihyâ etti? Orada fazîlet filizlerini nasıl yeşertti? Nasıl bir örneklik sergiledi? Hangi nezaket usullerini kullanım etti?

Öyle ama, bu nebevî nezaket neticesinde dünyevî câzibeler ashâbın gözünden ve gönlünden düştü. Âdeta bir çakıl taşına döndü. Güneş doğduğu vakit sönen yıldızlar gibi hükmünü yitirdi dünyevî câzibeler. Uhrevî gâyeler ise gönüllerin en büyük ideali oldu.

İşte bunun için, zihnî bilgiler kâfî değil, kalbî hassasiyetlere gereklilik var.

Meselâ Mevlânâ Hazretleri, ilimde zirveydi. Selçuklu Medresesiʼnin dersiâmıydı. Lakin onun kalbî hayatta, tasavvufî iklimde en çok mesafe katetmesine vesîle olan, Şems-i Tebrizî adlı bir dervişti.

Şems-i Tebrizî, gönlü aşk-ı ilâhî ile dolu, rûhundan rahmet taşıran bir kuldu. Mevlânâ dek bir zâhirî ilmi de yoktu. Buna karşın Şems, Mevlânâʼnın rûhundaki aşk ve muhabbet okyanusunu keşfetti. Ona âdeta etap bağı olan nefsânî duyguların prangalarını kırdı.

Şems, tıpatıp bir petrol okyanusuna atılan kıvılcım gibi, Mevlânâʼnın gönlüne aşk-ı ilâhî kıvılcımını attı. Ama ortaya meydana çıkan devâsâ aşk-ı ilâhî yangını aleyhinde, kendisi de hayretler içinde kaldı.

Eski hâlini “hamdım” diye açıklayan Mevlânâ Hazretleri, işte o ilâhî aşk yangınında; “piştim ve yandım” dedi.

Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, Fîhi Mâ Fih, Mecâlis-i Sebʼa, Mektûbât isimli mükemmel gönül eserlerini kaleme aldı.

Hazret-i Mevlânâ; acınacak şey, şefkat ve diğergâmlığın ne olduğunu, aklen ve ilmen biliyordu. Lakin Şemsʼin irşâdıyla kalben de idrâk edince, yani ilmeʼl-yakînden, ayneʼl-yakîn ve hakkaʼl-yakîn mertebesine terfî edince farklı bir görüş ufkuna erişti. Yeryüzünde üşüyen varken kendini ısınma hakkına sahip görmemeye başladı. “Biliyorum ama yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum.” dedi.

ALTINOLUK: Efendim; özellikle günümüzde muhtelif alâka ve havâtırlarla kuşatılmış gönüllerin maddî ve mânevî mânâda muhafaza edilmesi sadedinde, istiğnânın müslüman şahsiyetindeki yeri nedir?

Gönülleri gaflet sarhoşu yapan zamâne şerlerinden kendimizi nasıl muhafaza edebiliriz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Gönlü gaflet ve kasvetten korumanın yolu, takvâyı içten anlamak ve ona sımsıkı sarılmaktan geçer.

Peki takvâ nedir?

Takvâ; nefsânî ihtirasları bertaraf etmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir. Allâhʼın rızâ ve muhabbetini kaybetme korkusuyla, Oʼnun yasakladığı şeylerden, kalben ve bedenen uzaktan durmaktır.

İlâhî bir imtihan mekânı olan bu dünyada, âdeta mayınlı bir arazide yürüyormuşçasına, adımlarımıza dikkat etmektir takvâ.

Takvânın mâhiyetini müşahhas bir şekilde îzah eden güzel bir örnek var:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.

Hazret-i Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana hasar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.

Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-:

“–İşte takvâ budur.” der.

Takvânın en hoş tezâhürü; kalbi en öncelikle küfür, nifak ve şirk gibi mânevî felâketlerden, sonra da riyâ, ucub, gurur, gurur, pintilik, israf, tecessüs gibi çirkin huylardan korumaktır. Bunun için de haramlardan, tıpkı ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmak, Cenâb-ı Hakkʼın emirlerini aşk, vecd ve istiğrâk içinde edâya koşmaktır.

Kalp, çevresinden gelen tesirlerle irâdeye istikamet verdiği için, kalbi sâlih ve sâdıkların meclisleriyle, sohbetleriyle, yakınlık ve dostluklarıyla, muhabbetleriyle mânen yükseltmek şarttır.

Buna mukâbil yeniden kalbi, kâfirlerin, fâsıkların, gâfillerin inʼikâsından gözetmek da zarurîdir.

Zira Cenâb-ı Yargı Tevbe Sûresiʼnin 119. âyetinde:

“Ey îman edenler! Allahʼtan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” buyuruyor.

Enʼâm Sûresi 68. âyette de:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar diğer bir söze geçinceye dek onlardan uzaktan dur! Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonradan artık o zâlimler topluluğu ile oturma!” buyuruyor.

Niçin veriliyor bu ilâhî tâlimatlar? Çünkü kalpler aralarında inʼikâs oluyor. İmam Gazâlî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî birliktelik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Varlığın aslı tek olduğu için, bütün kâinatta da bir aynîleşme temâyülü vardır. Meselâ; bir odanın herhangi bir köşesinde bir esans şişesi devrilse, bundan etrafa yayılan hoş râyiha, odayı dolduran bütün hava zerrelerinde eşitleninceye değin, o râyihayı artı emmiş olan zerrelerden, öteki zerrelere dürüst aralıksız bir sirâyet (geçiş) gerçekleşir.

Yoksa sokakta bir kanalizasyon borusu patlasa, onun fena kokusu, tüm sokağa benzer şekilde yayılmaya devam eder.

Bu keyfiyet, bir fizik kânunudur. Ama mâneviyatta da durum bunun gibidir. Sâlihlerin de gâfillerin de hâlleri, etraflarına sirâyet eder.

Yine fizikten bir misalle devam edelim: Bir atom, enerjiye dönüştüğü süre, gözle görülmeyen, lakin tesiri hissedilen muhteşem bir radyasyon yayar.

Aynen bunun gibi, kalpler de etraflarına bir enerji yayarlar. Bu enerjinin müsbet olanına feyz ve rûhâniyet diyoruz, menfî olanına ise gaflet ve sıkıntı diyoruz.

Bu hususlara kitabımızın “Sâlihlerle Birliktelik, Fâsıklardan Kaçınmak” bahsinde de epeyce yer verdik. Orada açıklama ettiğimiz gibi, dünyaya kendini kaptırmış gâfillerin nefsânî huzur ve şatafatlarına özenmemek, bunlardan müstağnî kalabilmek, gönül dünyamızın afiyet ve selâmeti için son derece mühimdir.

Efendimiz r:

“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsığın, yardımını da ikramını da nasîb etme!..” niyâzında bulunuyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Uğraşma, 22)

Niçin? Çünkü insan ihsâna mağluptur. İyiliğini gördüğü kimselerin tesiri altında kalır. Efendimiz r de mübârek kalbinin, fâcir ve fâsık kimselere meyletmemesi için bu niyazda bulunuyor.

Küfrün, şirkin, nifâkın, velhâsıl bâtılın temsilcileri tarafından yapılan bir duvara bile “aman ne güzel” seslenmek, onlara küçücük bir iltifat nazarıyla bakmak bile, bâtılın îtibârını artıracağından, îmâna hasar verir, Cenâb-ı Hakkʼın gazabını celbeder.

Tekrar hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizʼin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Aramak oysa Allâh’ın sevmediği kimselerin muhabbetinden de kalplerimizi korumamız elzem. Îman da aslında muhabbeti içten kullanabilme sanatıdır. Lâyıkına muhabbet, müstahakkına korku meziyetidir. Hubb-i fillah, yani Allah için hoşlanmak dek, buğz-i fillah, yani Allâh’ın sevmediklerine Allah için buğzetmek de îmânın bir sağlık şartıdır.

Dolayısıyla;

Hazret-i İbrahimʼi hoşlanmak değin, Nemrudʼa buğzetmek,

Hazret-i Mûsâʼyı hoşlanmak dek Firavunʼa nefret edilen şey duymak,

Peygamber Efendimiz rʼi hoşlanmak dek Ebû Cehil’den ve günümüzdeki temsilcilerinden korku etmek de îmânın bir gereğidir.

Nitekim Tebbet Sûresi’nde, Peygamber Efendimiz’in amcası olmasına rağmen azılı bir müşrik olan Ebû Leheb’e buğz etmemiz önerme edilmektedir.

Günümüzde zamâne şerlerinden korunmak, ne mağaralara çekilmekle, ne de dağ başlarında inzivâ hayatı yaşamakladır. Zira İslâm, bizlerden içtimâîleşmeyi ister. Toplum içinde; hâlimizle, kālimizle, ahlâkımızla ulu dînimizin hoş bir temsilcisi olmamızı, Cenâb-ı Hakkʼın yeryüzündeki şâhitleri olmamızı ister.

Bu hususla ilgili -eserimizde de geçen- bir hâdiseyi zikretmek isterim:

Rasûlullah r Efendimiz’in ashâbından bir birey, içinde tatlı su gözesi yer alan bir dağ yolundan geçer. Orası çok hoşuna gider ve:

“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Fakat Rasûlullah r’den müsade almadan bunu aslâ yapamam.” der. Daha Sonra arzusunu Rasûlullah r’e anlatır.

Efendimiz r:

“–Sakın böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp çaba sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir…” buyurur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Bugün bizler de evimizde, yakın çevremizde, sokağımızda, işimizde, çarşı-pazarda, velhâsıl toplumun içinde “halvet der encümen” düsturuyla, “el kârda gönül yarda” şuuruyla, yani halkın içinde Adalet’la beraberliği yaşamak mecburiyetindeyiz.

ALTINOLUK: Efendim; son olarak, Altınoluk Dergimizin bu dönem abonelerine vereceği bu hediye kitabı alan bir okuyucuya âzamî istifade için nasıl bir okuma usûlü nasihat edersiniz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi: Yardımsever okuma, gönül gözüyle okumadır. Değerli okuyucularımıza da, “Müslümanın Gönül Dünyası”nı gönül gözüyle okumalarını nasihat ederiz.

Okunan her bir nükteyi tefekkür ederek, okuduklarıyla kendi vaziyetlerini mîzân ederek, kendilerine âdeta bir reçete çıkararak okumalarını ve -şâyet dinliyorlarsa- tasavvufî sohbetlerin âdâbına riâyet ederek dinlemelerini öğüt ederiz. Ashâb-ı kirâmın sohbetlerde büründükleri uyarı ve edep hâline riâyet ederek, tefekkürle dinlemelerini özlem ederiz.

Ama işin en önemli tarafı, kesinlikle, okuduğunu çakmak ve hayatına tatbik edebilmektir. Zira okumak, söylemek, kulak vermek kolaydır. Esas şiddet ve değerli olan, öğrendiklerini yaşayıp yaşatabilmektir. Öğrendiğimiz hakîkatlerle amel edebildiğimiz nisbette, gönlümüzde o hususla ilgili bambaşka ufuklar açılır, idrâkimiz inkişâf eder, giz ve hikmetlerden hisseler almaya başlarız -inşâallah-.

Rabbimiz’den bu hususta da -kendimizle birlikte- bütün kardeşlerimize muvaffakıyetler niyâz ederiz. Gayret kuldan, tevfik Allah’tandır.

Cenâb-ı Hak, bu nâçizâne eserimiz vesîlesiyle, kıymetli kardeşlerimizin gönüllerinde -inşâallah- şanslı tesirler halkeylesin.

Âmîn!..

1 Bkz. el-Bakara, 2; el-İsrâ, 82; el-Mâide 64, 68.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Eylül, Sayı: 427

 

Yayın: Erkam Yayınları

Dil: Türkçe

Yıl: 2021

Eseri ihtiyacı karşılamak için tıklayınız….

İnsan Rabbiyle Nasıl Dost Olur

Kalp, Ruh, Nefs, Gönül ve Can Nedir ve Arasında İlişki Var mıdır?

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/gonlu-gaflet-ve-kasvetten-korumanin-yolu-takva.html