Tebük Seferi ne vakit gerçekleşti, Peygamberimiz (s.a.v.) bu sefere katıldı mı? Tebük Seferi’nin nedenleri ve sonuçları nelerdir? Tebük Seferi’nin önemi nedir? Tebük Seferi sırasında neler yaşadı? Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) son seferi.

Tebük Seferi, Tâif kuşatmasından dönünce yaklaşık 6 ay sonradan 9. hicrî senenin yazında Receb ayında gerçekleşti.

TEBÜK SEFERİ’NİN NEDENLERİ

Herakliyus’un, Müslümanlara aleyhinde Rumlardan ve kendilerine tâbî olan Arap kabilelerinden büyük bir ordu topladığı, Câfer-i Tayyâr’ın öcünü elde etmek gibi bir takım sebepler zikredilse de bu seferin ana sebebi “Cihâd farîzasına tabiî bir icâbet”tir. Hâfız İbn-i Kesîr buna şöyle uyarı çeker:

“Rasûlullah (s.a.v) Rumlarla savaşmaya azmettiler. Zira onlar insanların Efendimiz’e en yakın olanları, İslâm’a ve Müslümanlara yakınlıkları sebebiyle hakka dâvete en lâyık bulunanları idiler. Nitekim Cenâb-ı Yargı şöyle buyurmuştur:

«Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın ve onlar (savaş hemencecik) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin oysa, Allah sakınanlarla beraberdir.» (et-Tevbe, 123)” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, II, 5)

Daha evvelki seferler müşrik Arap kabilelere ve yahûdilere karşın olarak yapılmıştı. Mûte ve Tebük seferleri ise Rumlara ve hristiyan Araplara karşın yapıldı.

Hristiyan âleminin müşriklerden böylece farkı kalmamıştı. Bu sebeple Cenâb-ı Adalet müşriklerle olduğu gibi Ehl-i Kitâb ile de cihâdı emretti. Oysa onların, siyâsî olarak Müslümanlara boyun eğdikten sonra cizye vererek dinlerini muhâfaza etmelerine müsaade etti. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve adalet dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!” (et-Tevbe, 29)

Müslümanlar Arap Yarımadası’nda putçuluğun işini bitirip yahûdileri de sürünce yeni bir merhaleye girdiler ve ehl-i kitaptan hristiyanlarla savaşmaya başladılar.

Tebük, Hicâz’ın kuzeyinde, Medîne-i Münevvere’den 778 km. uzakta yer alır. Bu bölgedeki insanlar o zamanlar Rumlara boyun eğmişlerdi.

Bu sefer “Gazvetü’l-Usre: Güçlük Gazvesi” diye de isimlendirilir.[1] Çünkü o vakitte Müslümanlar iktisadî bir darlık içinde idiler. Öyle ama iki asker bir hurmayı bölüşüyor, hurmayı emip üstüne su içerek yöneticilik ediyorlardı. (Taberî, Tefsîr, XI, 55)

İNFÂK SEFERBERLİĞİ

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) orduya yardıma teşvik ederek infakta bulunanlara Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük ecirler ihsân edeceğini vaad buyurdular. Zengin-yoksul bütün ashâb-ı kirâm orduyu techîze koştu.

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime, «Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim» dedim ve malımın yarısını getirdim.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Ehline ne bıraktın?» buyurdular.

«–Şu getirdiğim değin da onlara bıraktım» dedim.

Hz. Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi.

Rasûlullah (s.a.v):

«–Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?» buyurdular.

«–Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım» cevâbını verdi.

Onun bu muhteşem cevabını işitince kendi kendime:

«Vallahi onu hiçbir hususta elbette geçemem!» dedim.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

Abdurrahman b. Semüre (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v) Ceyşü’l-Usre’yi techiz ettikleri esnâda Hz. Osman (r.a) bin dinar getirdi ve Rasûlullah’ın kucağına döktü. Fahr-i Kâinât Efendimiz, parayı kucağında eliyle bir o yandan bir bu yanlamasına karıştırdılar ve şöyle buyurdular:

«–Bugünden daha sonra Osman’a, yaptığı hiçbir şey hasar vermez!»

Allah Rasûlü bu sözünü iki defâ tekrar ettiler.” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3701)

Abdurrahman b. Hubâb (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v), ashâbını Ceyşü’l-Usre’ye[2] takviye etmeleri için teşvik ederlerken ben de yanındaydım. Osman bin Affân (r.a) ayağa kalktı ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) ordu için bağışta bulunmaya her tarafta özendirme ettiler. Hz. Osman yine kalkıp:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle iki yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) bitmiş teşvikte bulundular. Osman (r.a) yeniden kalktı ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle üç yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v)’i minberden inerken gördüm, ayrıca iniyor keza de:

“Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı nedeniyle) bundan sonradan yapacağı hiçbir şey hasar vermez! Osmân’a bundan sonradan oluşturacağı hiçbir şey hasar vermez!” buyuruyorlardı. (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63)

Abdurrahman bin Avf (r.a) da 2 bin dirhem infak etti oysa bu malının yarısı idi. (Taberî, Tefsîr, X, 191-196)

Bu hususta soylu davranış belirten fazilet timsâli mü’minlerden biri de yoksul sahâbî Ulbe bin Zeyd (r.a)’dir. Rasûlullah (s.a.v) müslümanları Engebeli Sefer Tebük için yardıma çağırınca, Ulbe (r.a) gece teheccüde kalkıp namaz kıldı, Allah’a yalvardı ve sabahleyin olunca sahip olduğu yegâne malı olan bir parça eşyayı alarak Allah Rasûlü’nün yanına geldi. Ulvî bir rûh hâliyle büyük bir fazilet ve fedâkârlık örneği sergileyerek:

“–Yâ Rasûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir tutam eşyâmı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen ya da bana kötü söyleyen, veya benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

Ebû Mes’ûd Ukbe bin Amr el-Ensârî el-Bedrî (r.a) şöyle anlatır:

Sadaka âyeti inince, biz sırtımızda tartı taşıyarak (hamallık yaparak) sadaka vermeye başladık. Derken bir adam geldi ve bol miktarda sadaka verdi. Münâfıklar, “Şaşaa yapıyor” dediler. Bir başka biri geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Münâfıklar bu sefer de, “Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur” dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi:

“Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allâh onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.” (et-Tevbe, 79) (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

MÜNÂFIKLAR

Bu gazvede nifak meydana çıktı ve münafıklar propaganda yaparak insanları gazveden geri bırakmaya çalıştılar. “Sıcakta seferberliğe gitmeyin!”[3] diyorlardı.

Bazıları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek yalancıktan mâzeretler uydurup müsade istediler. Cenâb-ı Yargı, Efendimiz’e itâbda bulunarak şöyle buyurdu:

“Allah seni affetti. Ama içten söyleyenler sana en ince ayrıntısına kadar kesin olup, sen yalancıları bilinceye dek onlara neden izin verdin?” (et-Tevbe, 43)

Nifâk, Medîne’nin etrafındaki bedevî kabilelere dek yayılmıştı.[4] Cenâb-ı Adalet, münâfıkların özürlerinin kabul edilmesini yasakladı ve onların “pislik” olduğunu haber verdi.[5]

Müslümanlarla münafıkların arasına perde çekildi ve fark yapıldı. Bu Nedenle daha evvel sergilenen “münâfıkların hallerini örtme ve karşısında karşıya gelmeme” devri her yerde oldu. Kur’ân-ı Kerîm onları rezil etti. Allah Rasûlü (s.a.v) onların yaptırdığı Mescidü’d-Dırâr’da namaz kılmadıkları gibi orayı yaktırdılar. Münâfıkların ölüleri üstüne cenâze namazı kılmadılar.

Münâfıkların çoğu gazveye katılmadı, bir kısmı da tuzak ve fitne fırsatları yakalama ümidiyle katıldı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) civar kabilelere elçiler göndererek Tebük seferberliğine katılmalarını istediler. (Vâkıdî, III, 990)

Medine’de seferberliğe katılmada yavaş davrananlara öğüt geldi:

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır.” (et-Tevbe, 38)

Sıcak ayrıntılarıyla bastırmış, meyveler olgunlaşmaya başlamış, hurmaların toplanma vakti gelmişti. İnsanlara gölgeden daha tatlı bir şey yoktu. Bu sebeple münâfıklara, sefere çıkmak çok şiddet geldi.

Cenâb-ı Adalet, genç-yaşlı, varlıklı-fakir herkesin seferberliğe katılmasını emrediyordu:

(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)

Bazıları sefere katılmamak için müsade istediğinde şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Lakin meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, «Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık» diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Hâlbuki Allah Teâlâ onların palavracı olduklarını biliyor.” (et-Tevbe, 42)

 Bedevîler, münâfıklar ve ashâb-ı kiramdan özür sahibi eksik bir kişi geri kaldı. Üç sahâbî de özürsüz olarak sefere çıkmadı.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Tebük Gazvesi’ne çıkarken:

“‒Bizimle oysa kuvvetli bir bineğe sahip olan kişi çıksın!” buyurdular.

Bir kişi genç ve serkeş bir binekle sefere katıldı. O da bir müddet sonradan sahibini yere attı ve ölümüne sebep oldu. İnsanlar; «Ne güzel şehîd oldu, şehîd oldu!» dediler. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Hz. Bilâl’e:

«‒Âsî Cennet’e giremez!» diye nidâ etmesini emir buyurdular.”

Mücâhid: “Bu, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’den işittiğimiz en şiddetli hadislerdendir!” demiştir. (Abdu’r-Razzâk, Musannef, V, 177)

MÜ’MİNLERİN CİHÂDA KOŞMASI

Kaʻb b. Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) savaş için bir sefere çıkacağı zaman, o seferi belirli diğer bir sefer ilanı ile gizlerdi. Fakat Tebük Gazvesi’nde Rasûlullah (s.a.v) çok sıcak bir mevsimde sefere çıkmış, uzakta ve tehlikeli bir yolculuğa yönelmiş, o kadar topluluk bir düşmanla savaşmayı göze almışlardı. Bu sebeple, düşmanlarına aleyhinde gereken hazırlıkları yapmaları için müslümanlara maksatlarını açık açık söylemiş ve gitmek istedikleri yönü onlara bildirmişlerdi.” (Buhârî, Cihâd, 102)

Bütün mü’minler gazveye çıkmak için koşuştular. Hattâ Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali’ye vâli olarak Medîne’de kalmasını söylediklerinde o ağlayarak:

“–Yâ Rasûlallah! Beni çocuklar ve kadınlar içinde geri mi bırakıyorsunuz?” dedi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Bana tarafından sen, Musa’ya kadar Hârun gibi olmaya râzı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra nebî yoktur!” buyurdular.[6]

İşte îmân ehlinin hâli buydu! Onlar meyve ve gölgelerle sevinmiyor, Allah Teâlâ’nın yolunda sıcağı, susuzluğu ve açlığı seçim ediyorlardı. Bunlar onların âhiret için biriktirdikleri ganimetleri idi.

Yoksul mü’minler cihada çıkmak için binek ve nafaka bulamadıkları için ağlıyorlardı. Güçsüz ve âciz mü’minler de hastalık ve nafakasızlık yüzünden geri kaldıkları için cihâd şevkiyle ve herhangi bir hata işlemiş olma korkusuyla ağlamaya başlamışlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Allah ve Rasûlü’ne aleyhinde ihlâslı oldukları takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve fazla merhamet edendir. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından nedeniyle üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (mesuliyet yoktur).” (et-Tevbe, 91-92)

Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte edebilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hz. Abbâs ve Hz. Osman (r.a) tedârik ettiler.[7] Bir kısmına da sonradan Allah Rasûlü (s.a.v) binek tedarik ettiler. (Buhârî, Megâzî, 78)

Ama rahatsızlık ve mâzeret nedeniyle geri kalanlar da oldu. Onlar hakkında Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Şüphesiz Medine’de birtakım ahali var ki, siz bir yolda yürür veya bir vâdiyi geçerken onlar da sizinle beraberdirler. Onları hastalık ve mâzeret alıkoymuştur.” (Müslim, İmâre 159. Bkz. Buhârî, Meğâzî 81, Cihâd, 35; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbni Mâce, Cihâd 6)

İslâm ordusu 30 bin birey idi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatlarında sevkettikleri en büyük ordu idi.

Rasûlullah (s.a.v) Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmışlardı. Zîrâ sefere perşembe günü gitmeyi severlerdi. (Buhârî, Cihâd 103)

Allah Rasûlü (s.a.v) sefere çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişlerdi. sonra Zeyd bin Sabit’i görür görmez, sancağı Umâre’den alıp ona verdiler. Umâre (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesilmiş zenci esir bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına seçim edilir!” buyurdular.

Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kişilere vermelerini emrettiler. (Vâkıdî, III, 1003)        

Tebük Seferi’ne çıkılmış, oldukça yol alınmıştı. Aradan epey bir vakit geçtikten sonradan ashâbdan Ebû Zer (r.a) da orduya yetişti. O, kuvvetsiz hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk etmiş ve olarak bin bir meşakkatle ordunun ardından yetişmişti. Bunu görebilen Allah Rasûlü (s.a.v), mütebessim bir çehreyle:

“–Allah selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allah Rasûlü (s.a.v)’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta­hakkuk etmiş ve Ebû Zer (r.a), fiilen yalnız yaşayan ve yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

Ebû Hayseme (r.a) seferin zorluğu nedeniyle başlangıçta Medîne’de kalmış, yola çıkan İslâm ordusuna iştirâk etmemişti. Bir gün, bahçesindeki çardakta âilesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamıştı. Ebû Hayseme bu manzarayı görünce bir an Allah Rasûlü (s.a.v) ve ashâbı seferdeyken kendisinin ne hâlde olduğunu düşündü. Yüreği sızladı ve kendi kendine:

“–Onlar bu sıcakta Allah yo­lunda çilelere katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi!” dedi.

Bu nedâmetle, kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden hemencecik yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı.

Ebû Hayseme’nin geldiğini görebilen Allah Rasûlü (s.a.v) onun bu davranışından hoşnud oldular ve:

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az Daha helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ ettiler. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte Tebük gazâsında bulunan Mugîre bin Şuʻbe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kazâ-yı hâcet için çukur bir yere doğ­ru gittiler. Ben de bir kap su alarak onunla birlikte azıcık yürüdüm (ve orada kendisini bekledim). Vakit, sabah namazından önceydi. Rasû­lullah (s.a.v) kazâ-yı hâcetten daha sonra yanıma dönünce bu kaptan ellerine su dökmeye başladım. Ellerini üç kere yıkadılar. Sonradan yüzlerini yıkadılar. Sonra cübbesini kollarından çıkarmaya çalıştılar lakin cübbenin yenleri bakımlı idi. Bu sefer ellerini cübbenin içine doğru çekerek kollarını cübbenin altından çıkardılar ve kollarını dirsekleriyle birlikte yıkadılar. Sonradan mestleri üstüne meshettiler. Sonra cemâatin yanında dürüst yöneldiler. Ben de kendileriyle birlikte yürüdüm.

Cemaat Abdurrahman bin Avf (r.a)’ı öne geçirmişler namaz kılıyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) iki rekâtın birine yetiştiler ve cemaat­la birlikte son rekâtı kıldılar. Abdurrahman bin Avf (r.a) selâm verince Rasûlul­lah (s.a.v) namazını tamamlamak üzere kalktılar. Bu vaziyet, müslümanları telâşa düşürdü ve «Sübhânallâh! Sübhânallâh!» diye bol miktarda tesbih etmeye başladılar. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) namazı bitirince onlara döndüler ve:

«‒İyi ettiniz» ya da «İsâbet ettiniz!» buyurdular.

Namazı zamanında kılmış ol­malarından nedeniyle onlara gıpta ediyor, bu davranışlarından hoşnut kaldığını açıklama ediyorlardı. (Müslim, Salât, 105. Bkz. Buhârî, Vudû’, 35)

Öteki rivayette Mugîre (r.a):

“Ben Abdurrahmân’ı geri sürüklemek istedim, fakat Efendimiz (s.a.v):

«‒Bırak onu!» buyurdular” demiştir. (Müslim, Salât, 105)

TEBÜK SEFERİ’NDE ÇEKİLEN SIKINTILAR

Tebük Gazvesi’nde yol uzun, sıcak şiddetli, gıda ve meşrubat ise kısıtlıydı. Ashâb-ı kirâmın yiyecekleri azalmış, özlem sıkıntısı çekmeye başlamışlardı. Allah Rasûlü’ne gelerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! İzin verseniz de develerimizi kesip yesek ve iç yağı elde etsek?” dediler.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Peki, pek yapın!” buyurdular.

Derken Ömer (r.a) çıkageldi:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer develeri kesmelerine izin verirseniz, orduda binek azalır. İsterseniz onlara, ellerinde bulunan azıkları getirmelerini dikte buyurunuz, daha sonra da ona bolluk vermesi için Allah’a duâ ediniz. Umulur oysa Allah, bolluk ihsân eder” dedi.

Bunun üstüne Rasûlullah (s.a.v):

“–Peki, pek yapalım!” buyurdular ve deriden bir yaygı isteyip yere sermelerini söylediler. Daha Sonra da elde mevcut erzâkın getirilmesini emrettiler. Askerlerden kimi bir avuç mısır, kimi bir avuç hurma ve kimi de ekmek parçacıkları getirdi. Yaygı üstünde doğrusu pek eksik bir şey birikmişti. Allah Rasûlü (s.a.v), bolluk vermesi için Allah’a duâ ettikten daha sonra:

“–Kaplarınızı getirip bundan alınız!” buyurdular.

Askerler kaplarını doldurdular. Pek fakat, doldurulmadık bir tek kap bırakmadılar. Sonra da doyuncaya dek yediler. Buna karşın oldukça yiyecek arttı.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdet ederim. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şeksiz kuşkusuz inanmış olarak Allah’a kavuşmayan kimse, Cennet’cilt mutlakâ yoksun bırakılır.” (Müslim, Îman, 45)

İslâm ordusu, Tebük’te karargâhını kurduğu hâlde düşmandan en ufak bir hareket göze çarpmıyordu. Çünkü bu kadar büyük bir İslâm ordusunu görebilen Hristiyan Arap kabî­lelerinin, daha evvel Mûte’deki üç bin karakter îmân ordusunun gösterdiği kahramanlıkları da hatırlayarak, savaşma azimleri kırılmış ve harpten çekinmişlerdi. Bizans ise Arabistan’ı istîlâ fikrinden çoktan vazgeçmişti. Zîrâ Bizans imparatoru o esnâda Humus’ta kendi memleketinin iç meseleleriyle uğraşmaktaydı. Bu Nedenle Arabistan’ın istîlâ edileceği haberlerinin, hristiyan Gassânî Arapları’nın bir abartması olduğu anlaşıldı.

Ama bu seferle İslâm ve müslümanlar büyük bir izzet kazandılar. Arabistan’ın ku­zey hudutları tamâmen emniyet altına alındı. Eyle hükümdârı, Cerba ve Ezruh halkları, Meknâ yahûdîleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den cizye karşılığı emân dileyerek müs­lümanların himâyesine girdiler. Hâlid bin Velîd (r.a), dört yüz yirmi atlı ile Dûmetü’l-Cendel’e hücûm ederek, hristiyan hükümdar Ükeydir bin Abdülmelik’i yakalayıp Allâh Rasûlü (s.a.v)’e getirdi. Ona da cizye karşılığı emân verildi. bu vesileyle bazı ganimetler de alındı. (İbn-i Hişâm, IV, 180-182; İbn-i Sa’d, I, 276-277; Ahmed, V, 425)

Ükeydir’in üzerindeki bir elbise müslümanların çok hoşuna gitti. Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Bu çok mu hoşunuza gitti? Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim fakat Sa’d ibn-i Muâz’ın Cennet’teki mendili bundan daha güzeldir!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, IV, 170. Krş. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12)

Ordu Tebük’te 20 gün kaldı ve döndü.

TEBÜK SEFERİ’NDE ŞEHİT VERİLDİ Mİ?

Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullah el-Müzenî (r.a) idi. Babası öldüğünde ona hiç mülk bırakmamıştı. Varlıklı olan amcası, onu yanında alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı.

Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullah müslüman almak istemişse de, müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Rasûlullah Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü vakit Abdullah, amcasına:

“–Ey amca! Müslüman olmanı daima bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i açlık ettiğini göremiyorum! Bâri benim müslüman olmama izin ver!” dedi. Amcası:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya değin, sana verdiğim her şeyi geri alırım!” dedi. Abdullah (r.a) büyük bir fedâkârlık misâli sergileyerek:

“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya değin her şeyini aldı. Abdullah (r.a), elbisesiz olarak annesinin yanında gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah, onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allah Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha artı duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece el altından yollara düştü.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun arkasında, eli-ayağı parçalanmış, özlem ve susuzluktan tâkati indirilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Lakin bir an, üzerindeki barbar çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine dek mescitte yattı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sabah namazını kıldırdılar. Cemaate göz gezdirip evlerine dönecekleri esnâda Abdullâh’ı gördüler. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Nebîsi (s.a.v), o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:

“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sâhibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! çoğu kez yanıma gel!” buyurdular.

Abdullah (r.a) Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah (s.a.v), onun hakkında:

“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, evvâh’lardandır, yâni Allâh’a bolca yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuşlardı. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.

Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Allah Rasûlü (s.a.v)’den ısrarla duâ talep etti. Rasûlullah (s.a.v):

“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ ettiler. Abdullah (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Ben pek istememiştim!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yeniden şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehîdlik için sana yeter!” buyur­dular.

Aslında onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurdukları sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. bir de ne göreyim: Rasûlullah (s.a.v), Ebû Bekir ve Ömer (r.a), Abdullah Zü’l-Bicâdeyn (r.a)’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, mezar kazdılar. Rasûlullah (s.a.v), kazılan kabre indi. Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a) cenâzeyi Efendimiz’e devretmek için hazırladılar. Allah Rasûlü (s.a.v):

«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdular; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah (s.a.v), onu kabre yerleştirdikten daha sonra doğrularak şöyle niyâz ettiler:

«Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, her zaman râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Bu görüş karşısında içim dolu batmış oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e imrenme ettim. O an: «Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Nebî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar açlık ettim.”[8]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Tebük Seferi’nden dönerlerken, Semûd kavminin helâk edildiği Hıcr bölgesine vardıklarında şöyle buyurmuşlardır:

“Şu azâba uğrayanların yurduna fakat ağlayarak girin! Eğer ağlayamıyorsanız onların yurtlarına girmeyiniz oysa onlara isâbet eden azap size de gelmesin!” (Buhârî, Salât, 53)

Allâh Rasûlü (s.a.v), ashâbıyla birlikte Semûd kavminin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb-ı kirâm oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allâh Rasûlü (s.a.v) onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih (a.s.)’ın devesinin gelip su içtiği öteki kuyudan su almalarını emrettiler. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Nevevî, bu rivayetle alâkalı olarak şöyle der:

“Bu hadis-i şerifte, sâlihlere ait eşyâlarla teberrük edilebileceğine kötüye işaret vardır.” (Şerhu’l-Müslim, VIII, 118)

Efendimiz (s.a.v) Hıcr mevkiinde:

“Bu gece pek şiddetli bir kasırga çıkacak. Cümbür Cemaat devesini sıkı bağlasın ve bulunduğu yerde otursun, ayağa kalkmasın!” buyurmuşlardı.

Hakîkaten o gece çok şiddetli bir fırtına çıktı; abdest almak için ayağa kalkan birini yere çarptı, devesini aramaya giden bir başkasını da Tay Dağı’na fırlatıp attı. (Buhârî, Zekât, 54; Müslim, Fedâil, 11; Ahmed, V, 424-425)

Rasûlullâh (s.a.v) insanlarla birlikte Tebük gazvesine çıktılar. Sabah olunca onlara sabahtan namazını kıldırdılar. Peşinde herkes bineklerine bindi. Güneş doğunca insanları uyku bastı. Çünkü gece erkenden yola çıkmışlardı. Muâz (r.a) Allah Rasûlü (s.a.v)’i tâkip etmeye başladı… Devesi bir ot alıyor bir yürüyor, öylece devâm ediyordu. Bir ara Muâz’ın devesi tökezledi, Muâz anında devenin gemini çekti ve ona vurdu. Bu seslerden Allâh Rasûlü’nün devesi ürktü. Rasûlullâh (s.a.v) yüzündeki peçeyi kaldırıp baktığında ordudan yakınında sâdece Muâz’ın bulunduğunu gördü. Ona seslendi ve:

“–Ey Muâz!” buyurdular. Muâz (r.a):

“–Buyur yâ Rasûlallâh!” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v):

“–Yanıma yaklaş!” buyurdular. Muâz da böylece yaklaştı fakat adeta hayvanları birbirlerine yapıştı.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–İnsanların bizden bu değin uzak kalacaklarını hiç düşünmezdim.” buyurdular. Muâz (r.a) da:

“–Yâ Nebiyyallâh, halk uyuyup kalınca hayvanları herkes bir tarafa dağılıp otlamaya ve gezinmeye başladı” dedi. Efendimiz:

“–Ben de uyukluyordum” buyurdular.

Muâz (r.a) Allâh Rasûlü’nün yakın olma gösterip kendisiyle baş başa kaldığını görür görmez:

“–Yâ Rasûlallâh! İzin verirseniz size, beni hasta edip dertlendiren ve mahzûn eden bir hususu sormak istiyorum” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) de:

“–Dilediğini sor!” buyurdular. Hz. Muâz:

“–Yâ Nebiyyallâh! Beni Cennet’e koyacak bir amel söyleyiniz, başka da bir şey sormayacağım” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Âferin! Cidden büyük bir şey sordun. Fakat bu, Allâh’ın hakkında hayır murâd ettiği kimse için kolaydır” buyurdular ve ona bir şey söylemeden bu sözlerini üç defa tekrarladılar. Mevzûyu en ince ayrıntısına kadar anlamasını istedikleri için böyle yapmışlardı. Sonradan da şöyle buyurdular:

“–Allâh’a ve âhiret gününe îmân edersin, namazı kılarsın, sâdece Allâh’a kulluk edersin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, ölene kadar bu hâl üzere olursun!”

Muâz (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Her Yerde eder misiniz?” deyince Efendimiz bunu üç kere yeniden ettiler. sonradan da şöyle buyurdular:

“–Ey Muâz! Dilersen sana bu işin başını, direğini ve zirvesini anlatayım.”

Muâz (r.a):

“–Elbette yâ Rasûlallâh! Anam babam sana fedâ olsun, anlatınız!” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) şöyle devâm ettiler:

“–Bu işin başı Allâh’tan başka ilâh ve O’nun ortağı olmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmendir.

Bu işin direği namaz kılıp zekât vermektir.

Bu işin zirvesi de Allâh yolunda cihâd etmektir.

Belirlenmiş ancak ben namazı kılıncaya, zekâtı verinceye, Allâh’tan başka ilâh ve O’nun hiçbir ortağı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye değin insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaparlarsa Allâh’ın dinine sarılmış olurlar ve -bir hak karşılığı olanlar müstesnâ- kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları (samimî olup olmadıkları) ise Allâh’a kalmıştır…” (Ahmed, Müsned, V, 245-246)

Sonra:

“–Sana bütün bunların kıvamının kendisine yan olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” buyurdular.

 Muâz (r.a):

“–Evet, bildir yâ Rasûlallâh!” dedi. Bunun üstüne Allah Rasûlü (s.a.v) mübârek dilini tuttular ve:

“–Şunu koru!” buyurdular. Muâz (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Biz konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Allah iyiliğini versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, oysa dillerinin ürettikleridir!” buyurdular. (Tirmizî, Îmân 8; İbn-i Mâce, Fiten 12)

Dönüş yolunda münâfıklar yüzlerini elbiseleriyle kapatarak tanınmaz hâle gelip rahat boğazların birinde, devesini ürküterek Efendimiz (s.a.v)’i devirmek istediler. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu farkederek onların uzaklaştırılmasını dikte buyurdular. (Ahmed, V, 390-391)

Sâib ibn-i Yezîd (r.a) şöyle buyurur:

“Nebî (s.a.v) Tebük Gazvesi’nden dönünce, sahâbe-i kirâm kendisini karşılamaya çıkmışlardı. Ben de Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i çocuklarla birlikte Seniyyetü’l-Vedâ’da karşılamıştım. (Ebû Dâvûd, Cihâd 176. Bkz. Tirmizî, Cihâd 38. Krş. Buhârî, Cihâd 196)

SAVAŞTAN GERİ KALANLAR

Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne-i Münevvere’ye girince Mescid’e varıp iki rekât namaz kıldılar ve insanlarla karşılaşmak için oturdular. Münâfıklar gelip çeşitli mâzeretler ileri sürdüler. Allah Rasûlü (s.a.v) onların zâhirlerine tarafından muâmele edip iç hâllerini Allah’a havâle ettiler.

Medine münafıklarından geri kalanlar 80 küsur idi. Mâzur görülen bedeviler de 82 birey idi. İbn-i Übey ve ona tâbi olan münafıklar ise bu hesabın açık havada idi. Onların sayısı çoktu.

Gazveden geri kalanlar, ordunun çokluğu nedeniyle farkedilmediklerini düşünüyorlardı.

Tevbe Sûresi, gazveden geri kalanların hâlini tafsîlâtıyla ortaya koyup seferberlikten geri kalmalarını kınamıştır. Zira seferberlik esnâsında cihâd, farz-ı ayn olmuştu. Günahlarını itiraf edip Tevbe edince Cenâb-ı Yargı onların tevbelerinin kabul edildiğini bildiri etti ve verdikleri sadakaların kabul edilmesini istedi.

Tevbe Sûresi münâfıkların öteki bütün ayıplarını da ortaya döktü. Onların Allah’ın kaderine inanmadıklarını, dünya hayatını sevdiklerini, vefat korkusuyla cihâddan yüz çevirdiklerini, mallarını sâlih bir niyetleri olmadan kerhen infak ettiklerini, bâtıl sözlere cür’et ettiklerini haber verdi. Özürlerini reddedip küfürlerini ilan etti. Onlara istiğfar etmeyi ve cenâze namazlarını kılmayı yasakladı. Fâni dünyada gülmelerine mukâbil Cehennem’de uzun müddet ağlayacaklarını haber verdi. Onları azarlamak ve mü’minlerin saflarını arındırmak için bundan daha sonra cihada iştirâk etmekten kendilerini menetti. Bu Nedenle mü’minlerden ayrılacak, bir daha onların arasında zaaf ve ümitsizlik tohumları ekemeyeceklerdi.

Mâzeretsiz geri kalan üç sahabe Şâir Kaʻb bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye (r.a) ise herhangi bir özürlerinin olmadığını söylediler. Gazveden geri kalma günahına yeni bir günâh daha eklemek istemediler, yalan söylemediler.

Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Kaʻb hâriç, öteki ikisi Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Kaʻb (r.a) 2. Akabe Bey’ati’ne de katılmıştı.

Bunların tevbelerinin kabulü geri bırakıldı. Allah Rasûlü (s.a.v) insanları bu üç kişiyle konuşmaktan nehyettiler. İnsanlar 50 gün onlardan uzaktan durdular. Hanımlarına da kocalarından farklı durmaları emredildi. Onlar da âilelerinin yanında gittiler. Ancak Hilâl (r.a) çok ihtiyar olduğu için onun hanımı Efendimiz (s.a.v)’den, kocasına hizmet etmek için izin aldı.

Dünya, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Gassânî hükümdârı bu fırsatı değerlendirmek için mektup yazarak Kaʻb (r.a)’ı kendisine katılmaya dâvet etti. O da “Bu da başka bir imtihan” diye onun mektubunu yaktı. Bu alâkayı kesme hâli, âyet-i kerime nâzil olup Allah’ın tevbelerini kabul buyurduğu ilan edilinceye değin devam etti:

“Ve (Allah, tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine karşın onlara bakımlı gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) tekrar Allah’a sığınmaktan diğer tedavi olmadığını anlamışlardı. Sonradan (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, öyle merhamet edendir.

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 118-119)

Vâsile bin Eskâ (r.a) şöyle anlatıyor:

Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde (sefere iştirâk olabilmek için ne bir maddî gücüm ne de bir bineğim vardı. Bu mübârek seferden mahrum kalmamak için) Medîne’de şöyle nidâ ettim:

“–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!”

Ensâr’dan ihtiyar bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini söyledi. Ben hemen; “Anlaştık!” deyince:

“–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi.

Bu Nedenle şanslı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh seferin neticesinde ganimet de nasîb etti, hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (o ihtiyar Ensârî’ye) getirdim. O ise bana:

“–Develerini al götür” dedi.

“–Ilk Önce yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin” dediysem de Ensârî:

“–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben senin sevâbına, mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm)” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

TEBÜK SEFERİ’NİN ÖNEMİ

Tebük Gazvesi, İslâm’ın Arap Yarımadası’nın kuzeyindeki gücünü sağlamlaştırdı, Şam diyârının fethine bir antre oldu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Üsâme (r.a) kumandasında bir ordu hazırlamıştı ancak o esnâda vefât ettiler. Ebûbekir (r.a), şartların risk arzetmesine karşın büyük bir kararlılıkla bu orduyu hedefine yolladı.

sonra işler birazcık yoluna girince Ebû Bekir (r.a), İslâm dâvetinin beşeriyeti işkence ve azgınlık ateşinden ve Allah’tan diğer şeylere kulluktan kurtarma hedefini yapmak üzere Şâm ve Irâk diyârlarına fetih orduları yolladı. Zira Cenâb-ı Adalet şöyle buyuruyor:

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din en ince ayrıntısına kadar Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse hiç kuşkusuz Allah onların yaptıklarını mükemmel görür.” (el-Enfâl, 39. Krş. El-Bakara, 193)

Dipnotlar:

1 et-Tevbe, 117. 2 Ceyşü’l-Usre: Güçlük ordusu mânâsına gelir. Tebük Seferi’ne çıkan orduya, şartların zorluğu nedeniyle bu ad verilmiştir. 3 et-Tevbe, 81. 4 et-Tevbe, 97, 101. 5 et-Tevbe, 94-95. 6 Bkz. Buhârî, Megâzî, 78; Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 31; Ahmed, I, 170-173; İbn-i Hişâm, IV, 174; İbn-i Sa’d, III, 24-25. 7 İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994. 8 Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227. Krş. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 36-37/3164; Tirmizî, Cenâiz, 62/1057.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/tebuk-seferinin-nedenleri-ve-sonuclari.html