Ukl ve Ureyne hadisesi nasıl gerçekleşti? Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in mürtedlerin (Ureyne ve Ukeyle kabileleri) öldürülmesini emretmesi ile ilgili hadis-i şerif.

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Ukl veya Ureyne kabîlelerinden bâzı kimseler (Medîne’ye) geldiler. Yakalandıkları mîde ağrısından (ya da istiskâ hastalığından) nedeniyle Medîne’de ikâmet etmek istemediler. Rasûlullâh Efendimiz (Beytü’l-mâle âid) sütlü develerin bulunduğu yere gidip develerin bevillerinden ve sütlerinden içmelerini söylediler. Onlar da oraya gittiler. Bir müddet sonradan sıhhat bulunca Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in çobanını öldürdüler ve develerini önlerine katıp götürdüler. Bu haber sabahleyin vakti geldi. Rasûlullâh Efendimiz arkalarından adamlar gönderdiler. Bunlar, gün yükselince hâinleri getirdiler. (Efendimiz kısâs olarak) ellerinin, ayaklarının kesilmesini emrettiler. (Bu cânîlerin) gözleri de oyulup Harre denilen yere atıldılar. Su istediler, kendilerine su verilmedi.” (Buhârî, Vudû’, 66; Tıb, 5, 6)

Bu haydutları tâkibe dışarı giden seriyye yirmi kişilik idi. Emirleri Gürz bin Câbir ya da Saîd bin Zeyd (r.a) idi.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına Ensâr’dan yirmi değin genç bulunurdu. (Bir ihtiyacı olursa hemen koşmak için hazırlanmış beklerlerdi.) İşte Allah Rasûlü (s.a.v) Ureyneli kâtilleri tutmak için bu gençleri göndermişlerdi. (Müslim, Kasâme, 13)

Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah’ın ashabından dördümüz veya beşimiz, herhangi bir ihtiyacı olabilir diye, gece-gündüz nöbetleşe onun yanında kalırdık.” (Ebû Ya’lâ, Müsned, II, 164/858; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 448)

UREYNE HADİSİ

Hadîsin sonunda Buhârî (r.a), bu hadisin râvilerinden biri olan Ebû Kılâbe’nin:

“Bunlar hırsızlık, adam öldürme, îmân ettikten daha sonra küfre dönme gibi büyük günahları işledikten sonra Allah ve Rasûlü ile de muhârebe etmişlerdir.” dediğini naklediyor.

Bu sözle, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu âyet-i kerimenin hükmünü tatbik ettiklerini haber vermiş oluyor:

“Allah’a ve Rasûlü’ne aleyhinde harp etmeye kalkışan ve yeryüzünde fesada çalışanların cezâsı, öldürülmeleri ya da asılmaları veya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu onların dünyada çekeceği bir zillettir, âhirette ise kendilerine büyük bir azap vardır.” (el-Mâide, 33)

Bu vak’a hicretin altıncı senesinde bir rivâyete tarafından Şevvâl ayında cereyân etmiştir. Gelenler yedi, sekiz kişiydi. Benizleri sararmış, karınları şişirilmiş vaziyette hasta idiler:

“–Yâ Rasûlallâh! Bizi barındır, karnımızı doyur!” dediler. Efendimiz (s.a.v) de onları Ashâb-ı Suffe arasına katıp karınlarını doyurdular ve bütün ihtiyaçlarını karşıladılar.

Bir müddet kaldıktan sonradan Medîne’nin su ve havâsının kendilerine iyi gelmediğini söyleyerek çöle, develerin olduğu bir yere gitmeyi istediler. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de onların ihtiyacını bakmak için çobanıyla birlikte bir deve sürüsü devir edilmesini emrettiler.

Ureyneliler tedâvi olup sağlık durumu bulunca, Efendimiz’in âzâdlısı olan Yesâr’i (r.a) şehit ettiler. Elini, ayağını kesip dilinin altına ve gözlerine diken batırdılar. Ölünceye kadar o hâl üzere bıraktılar. Sonradan da develeri sürüp götürdüler.

Yakalandıkları süre kendilerine, irtidad, nankörlük, yol kesme ve eşkiyalık cezâlarının yanına kısas da kullanım edilmiş oldu.

Suçları affedilmedi. Çünkü keza büyük idi hem de İslâm devleti o süre en ince ayrıntısına kadar kuvvetlenmemişti. Maddeten güçsüz olan kişinin affına, acziyetten diğer bir isim verilemez. Güç ve kudret zamanında ise affın kıymeti büyük olur. Nitekim hadîsin hükmünün, müsle yapmaktan nehyeden hadîs-i şeriflerle bir kavle tarafından neshedilmiş olması buna şâhiddir.

İbn-i Sîrin de bu cezanın, had cezâları inzâl edilmeden evvel olduğunu söyler. (Buhârî, Tıb, 6)

Deve sidiğinin içilmesi bahsi, biri tedâvî, diğeri de temizlik-pislik yani helâl-haram cihetiyle almak üzere iki yönden tetkik edilmelidir. Arapların deve sidiği ile bir takım hastalıkları çare ettikleri sabittir. Meşhur tabiplerden Dâvûd Antâkî’nin Tezkire’sinde, genellikle bevillerin tıpta kullanıldığı zikredilmektedir. Ureynelilere de o vakit yaygın olan bu âdet öğüt edilmiş ya da kendileri bunu istek etmişlerdir.

Bâzı âlimler eti yenen hayvanların bevlinin pak olduğunu söylemişlerdir. İmâm-ı Âzam, İmâm Şâfi ve diğerleri de tüm bevillerin necis olduğuna fetvâ vermişlerdir. Ancak eti yenen hayvanların bevlini hafif necâset olarak görmüşlerdir.

Zaruret hâlinde ve bir takım koşullar dâiresinde haram ile tedâvinin câiz olduğuna hemen tüm fakihler fetvâ vermiştir. Bevlin necis ve haram olduğunu söyleyen âlimler, Peygamber Efendimiz’in bu izninin de zârûrete binâen olduğunu kabul etmişlerdir.1

Bugün de bu konuyla ilgilenenler mevcuttur. İdrarın faydalarıyla ilgili bir kitap bile yazılmıştır: Carmen Thomas, Çişteki Mucize, trc. Leman Işine Düşkün, 1995.

Büyük Haydar Efendi (v. 1903) ise bevil ile tedavinin önceleri mubah iken bir müddet sonradan bu hükmün neshedildiğini (ortadan kaldırıldığını), bundan böyle tedavi için bile olsa deve idrarının mubah olamayacağını ifade eder.2

Dipnotlar:

1 Bkz. Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 181-188. 2 Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, yy., ts., s. 159-160, 177.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

Kaynak: www.islamveihsan.com URL: https://www.islamveihsan.com/ukl-ve-ureyne-hadisesi.html